28 Aralık 2014 Pazar

Hedef Büyük Okumak Gerek!


2014 biterken 2015 için kendime #herhaftayabirkitap hedefi koymaya karar verdim. Birilerinin bize hedef koymasına alışmışız, güdümsüz disipline olamıyoruz malum. En güzeli hedef koymak dedim ve listemi yaptım. Yıllardır okumayı istediğim, kitaplığımda bekleyen kült eserleri ekledim listeye.

Malum yıl 52 hafta, listemizde de 52 kitap var.
Dilerseniz siz de bu listeyi takip edebilirsiniz. Birlikte okur birlikte yorumlarız.

  1. Jean Paul Sartre - Bulantı
  2. Küçük İskender - Cin Kontrol Noktası
  3. Irvin D. Yalom - Nietzsche Ağladığında
  4. Engin Geçtan - İnsan Olmak
  5. Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya
  6. Aslı Tohumcu - Ölü Reşat
  7. George Orwell - 1984
  8. Hakan Günday - Kinyas ve Kayra
  9. Milan Kundera - Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği
  10. Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz
  11. J. D. Salinger - Çavdar Tarlasında Çocuklar
  12. Hakan Akdoğan - Nü Peride
  13. Hermann Hesse - Siddharta
  14. Orhan Pamuk - Kafamda Bir Tuhaflık
  15. Trevanian - Şibumi
  16. Ayfer Tunç - Aziz Bey Hadisesi
  17. Ursula K. Le Guin - Mülksüzler
  18. Alper Canıgüz - Gizli Ajans
  19. Vladimir Nabokov - Lolita
  20. Sabahattin Ali - Kuyucaklı Yusuf
  21. Friedrich Nietzsche - Böyle Buyurdu Zerdüşt
  22. Hasan Ali Toptaş - Bin Hüzünlü Haz
  23. William Faulkner - Ses ve Öfke
  24. Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü
  25. Necib Mahfuz - Miramar
  26. Yusuf Atılgan - Aylak Adam
  27. Haruki Murakami - İmkansızın Şarkısı
  28. Oğuz Atay - Tutunamayanlar
  29. Etgar Keret & Samir El-Youssef - Gazze Blues
  30. Bilge Karasu - Gece
  31. Fyodor Dostoyevski - Suç ve Ceza
  32. Sait Faik Abasıyanık - Havada Bulut
  33. Jhumpa Lampri - Saçında Gün Işığı
  34. Leyla Erbil - Kalan
  35. Italo Calvino - Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu
  36. Sevgi Soysal - Tante Rosa
  37. Marcel Proust - Swann'ların Tarafı Kayıp Zamanın İzinde
  38. Peyami Safa - Yalnızız
  39. Cervantes - Don Quijote
  40. Elif Şafak - Şehrin Aynaları
  41. Franz Kafka - Dava
  42. Hüsnü Arkan - Hırsız ve Burjuva
  43. Dino Buzzati - Tatar Çölü
  44. Perihan Mağden - Yıldız Yaralanması
  45. Salman Rushdie - Floransa Büyücüsü
  46. Adalet Ağaoğlu - Bir Düğün Gecesi
  47. Harper Lee - Bülbülü Öldürmek
  48. Orhan Pamuk - Kara Kitap 
  49. Mihail Bulgakov - Usta ile Margarita
  50. Sabahattin Kudret Aksal - Gazoz Ağacı
  51. Italo Svevo - Zeno'nun Bilinci
  52. Kemal Varol - Haw

Hadi bakalım, hedefi tutturabilmek ümidiyle!

(U)Mutlu bir yıl olsun!

12 Aralık 2014 Cuma

Dünya Ağrısı


"İnsan bir uçurumdur."

Vay anasını sayın seyirciler... Uzun zamandır Ayfer Tunç okuyamamıştım. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine okumaya başladım Dünya Ağrısı'nı. Kitabı alalı bir süre olmuştu aslında -birinci baskıya yetişebildim- ama kütüphanede bekliyordu öylece. Tavsiye gelince çekip çıkardım bulunduğu yerden hemen. İyi ki de öyle yapmışım. 30 Kasım'da Aydın'dan Bursa'ya dönmeye çalışırken otobüste okumaya başladım kitabı, 9 Aralık'ta Belçika'nın Leuven şehrinde bitirdim. Bu kitap da Avrupa görmüş oldu sayemde.

Romanın esas kahramanı Mürşit... Babasının ölümüyle İstanbul'daki üniversite eğitimini yarıda bırakıp annesinin ve kız kardeşlerinin yanına memleketine dönmüş. Hiçbir zaman yapmak istemediği baba yadigari otelin başına geçmek zorunda kalmış. Şükran'la evlenmiş ama hiç aşık olmamış. Sevmiş. Aşık olmayanlar sevmek zorunda kalır zaten değil mi?   

Bir gün otele bir madenci geliyor, ilçede altın arama bahanesiyle kurulan madende çalışan mühendis Uzay. Mürşit ve Uzay bir süre sonra dost oluyorlar, her akşam rakı içmeye, dertleşip dünya ağrılarını dindirmeye çalışıyorlar. 

"Gerçeğin kuyusu bir cehennem. Ömrümüz gerçeğin kuyusuna inmemek için mücadele etmekle geçiyor. Sen bu yüzden kendini başkalarının kuyusuna atıyorsun, ben bu yüzden başımı alıp gidiyorum. Kendi kuyumuza inip kendimizi tanımak istemiyoruz. Biliyoruz ki çünkü ne kadar aciz, zavallı, korkak, tiksindirici olduğumuzu. Ama bilmek istemiyoruz."

Varoluşundan sıkılmış bir kahraman Mürşit. Kitap son dönemde okuduklarım arasından Hakan Akdoğan'ın Varlık ve Piçlik isimli kitabına çok benziyor. Varlık ve Piçlik'te de aynı dertten muzdarip Derman, ağrısını Kaplan Bar'da dindiriyor. Mürşit de Atlantik'e gidiyor sıklıkla.

"İnsan öyle filmlerdeki gibi dersini alıp değişmiyor, kafaya darbe yiyip aklı başına gelmiyor. İnsan hamurundaki mayayı değiştiremiyor, hamur bir parça sakinleşiyor sadece, o kadar, belki de yaşlandığı içindir."

Özgür. Mürşit'in oğlu. 19 yaşında. Kendi ağrısını oğlunda dindirmeye çalışıyor Mürşit. Kaderi kendisine benzemesin diye oğlunu üniversiteye göndermek için çok çabalıyor ama nafile. Özgür dedesi gibi dedesinden kalan oteli adam etmek için çalışıp didiniyor, babasının tüm gayretlerine inat!  

Daha fazla detay vermeyeyim kitaba dair. Merak edin, okuyun. Yazarlık hayatının yirmi beşinci yılında on numara beş yıldız roman yazmış Ayfer Tunç. Daha fazla bilgi için alttaki linkleri değerlendirelim:

Cumhuriyet Kitap: Ayfer Tunç'tan Dünya Ağrısı

TimeOut İstanbul: Ayfer Tunç Dünya Ağrısı

Egoist Okur: Ayfer Tunç'tan Dünya Ağrısı
 
"Hayat, kayaç katmanları gibi parçalarına ayrılan değersiz bir kütledir."

"Dünya bir gölgelik, soluklandık, gideceğiz, gerisi boş."

1 Aralık 2014 Pazartesi

Alocu Tilki'nin Serencamı


Her kitabın bir müziği varsa eğer Emrah Polat'ın 2014 yılında İletişim Yayınevi'nden yayınlanan Alocu Tilki'nin Serencamı isimli kitabının  müziği de Kadebostany'den Castle in the Snow olmalı bence. Şarkının sözlerini okuduktan ve ezgisini dinledikten sonra bana hak vereceksiniz. Bu kitap da bu şarkı da kahretti beni; hassas noktalarımdan vurdular. Bu sıralar çok uyaranım var zaten hassas noktalarımdan vurulmak için.

"The light is fading now
My force is being sucked by
A bloody leach
My fear is smilin'
And my threat is singin'
Every night a little bit more"

Kitabın yazarı Emrah Polat, manik depresif bozukluk sebebiyle 2000 yılında psikoza giriyor ve yüksekten atlıyor. Çok şükür ki yaşıyor. Bel kemiği kırıldığı için yürüyemiyor. Kitabın ana karakteri Tilki Sadık da yazar gibi tekerlekli sandalyeyle yürüyebiliyor. Hepimizin yazdıklarında yaşanmışlıklarımızın yer aldığı gerçeği bir kez daha karşımıza çıkıyor böylelikle. Çünkü aslında insan en iyi yaşadığını yazabilir. Senin başından geçmeyen bir durumu yazabilmen için derinlemesine araştırma yapman, o anı simüle etmen gerekir ve çoğu zaman bu tarz yazılarda mantık hatası yapma olasılığı çok yüksektir.

Ana karakter Tilki trafik kazasında annesi ve babasını kaybedince onu amcası Osman ve yengesi büyütüyor. Bir çok İletişim Yayınları romanında olduğu gibi bu kitabın mekanı da Ankara sokakları. Dolandırıcılık yani aloculuk yaparak geçimini sağlayan Osman Amca, bir gün yeğenindeki potansiyeli fark ediyor ve onu da kirli işlerine bulaştırmaya başlıyor. Ama Tilki böyle bir anda sakat kalmıyor. Bir kavga esnasında çekilen silahın serseri kurşunu seke seke onu buluyor ve o günden sonra onu yürüyemez hale getiriyor.

Hastanede yaşadıklarını, umudunun her geçen gün yavaş yavaş azaldığını ve insanın zamanla mevcut durumunu kabullenir gibi göründüğünü anlatıyor bize. Ama bir gün o uçurumun kıyısına geliveriyor işte insan; "Ben bu hale gelecek adam mıydım?" hayıflanmalarıyla... En yakın arkadaşı Cevahir alıyor onu uçurumun kenarından. Kendinden geriye bir adam kalıyor; mağdur, mahrum ve madun.

2-13 Kasım tarihleri arasında okudum kitabı. Aslında 129 sayfadan ibaret ve bir gecede bitirilecek kadar akıcı. Benim farklı meşgalelerim var bu sıralar. Bölüm değiştirdim, daha yoğun çalışıyorum. Akşam eve geç geliyor ve ilk bir saat her şeyden, herkesten uzak yaşamaya çalışıyorum. Dizi izliyorum, örgü örüyorum. Bende de var sanırım bir çoklu kişilik bozukluğu durumu. Ondan ötürü böyle oldu sevgili okur.

Alın bu kitabı; okuyup kahrolun.

Hızlandıkça Azalıyorum


Paylaşım yapmaya ara verdik diye hemen ihanet etsin zaten sevgili Blogger istatistikleri! Hello evribadi, ay em beck! Bu aralar okuyup okuyup biriktirdiğim ama bir türlü paylaşmaya fırsat bulamadığım kitaplar var. Madem kocayı evden bir süreliğine uzaklaştırdık, fırsat bu fırsat deyip başladım yazmaya. Okuduklarımı zamanında paylaşmazsam aklımda hiç bir şey kalmıyor ayrıca, bitirir bitirmez yazmak lazım yani.

Bir de bu aralar dergi mesaisi yapıyorum resmen. Altyazı, KAFA, OT Dergi, KafkaOkur, At Kafası, PsikeArt derken kitap okumaya fırsat kalmıyor çoğu gün. Ama yine de pes etmiyoruz sayın okur, hayatın her köşesine yetişiyoruz bir şekilde. Eksik kalırız yoksa mazallah!

Hakan Hoca'nın Varlık ve Piçlik söyleşisinde paylaştığı bir kitaptı benim için Hızlandıkça AzalıyorumJaguar Kitap yayınlamış; orijinal dili Norveçce. Çevirmenin klavyesine sağlık! Ne insanlar var yahu, adam Norveçce biliyor; saygı duyulası. Ben de kitabı D&R'da görünce aldım hemen. Ama okuma hızım kitabı alışımla doğru orantılı olmadı maalesef. 14 Kasım'da başlayıp 30 Kasım'da bitirdim.

Kitabın ana karakteri Mathea Martinsen. Yaşlı, yalnız ve toplumsal bağları zayıf bir kadın. Mathea insanlardan korkuyor, iletişim kurmaya çekiniyor, üzerinde saatlerce düşünmeden Epsilon adını taktığı kocasından başkasına bir cümle olsun laf etmiyor. Kapı komşusunun bile onu fark edemeyeceği kadar görünmez olduğunu hissediyor, çünkü kendisi görünmez olmak için ekstra bir çaba harcıyor adeta. Fark edilmemek için keskin bir parfüm bile kullanmıyor yıllar boyunca.

"Memento mori, öleceğini hatırla! Benim de hastalığım bu." diyerek panik atak olduğuna dair sinyaller veriyor okura. Descartes'ın "Düşünüyorum, öyleyse varım." fenomenini, dişlerini kaybettikçe "Gittikçe azalıyorum." şeklinde yorumluyor. Ben de komikliğe, şakalara başlıyorum böyle kalıpları okuyunca; "Koştukça zayıflıyorum." diye .

H. C. Andersen'in "Gezmek yaşamaktır." sözünü alıntılıyor ve benim aklıma da hemen bir çingene atasözü olan "Evde oturan erken ölür." geliyor bebişim. Mathea o kadar karamsar ki yeryüzünde yaşanan her mutlu anın kederle ödenmek zorunda olduğuna inanıyor.

Çilek reçeli seven Mathea, ağzı sımsıkı kavanozları açamadığından, reçeli satın aldığı marketin kasiyerinden yardım istemeye karar veriyor. Yanına gitmek konusunda dakikalarca düşündüğü kasiyer onun farkına bile varmıyor. Yüzüne bakmadan reçeli kasadan geçirip işlemini yapıyor. Ve Mathea'nın hayatının dönüm noktası da bu an oluyor. Kendisini giderek daha fazla ölüme maruz bırakması gerektiğine karar verip duyarsızlaştırma tedavisine başlıyor. Keskin kokulu parfümünü nabız noktalarına sıkıyor, yetmiyor havaya sıkıp içinden geçiyor. Tam da Rüzgar Mira Okan'ın bize anlattığı gibi! 

"İnsana kendisini en iyi hissettiren şey, başkalarını ezmek değil mi?"

Kitapla ilgili güzel yorumları okumak isterseniz buyrun lütfen:

Görünmemek Biraz da Kendi Tercihi

Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir

Öleceğini Hatırla!





8 Kasım 2014 Cumartesi

Üstü Kalsın


Post sıklığı azaldıkça Blogger hemen arkasını dönüyor insana; istatistikler yerle bir olmuş yine! Hemen paylaşım yapalım o halde! Bunu siz istediniz hain gencolar!

Uzun süredir okumayı planladığım ama bir türlü sırayı kendisine getiremediğimiz bir yazarımızdı Cemil Kavukçu. Nihayet geçen Cumartesi günü 5-6 saat içinde okudum yeni kitabı Üstü Kalsın'ı. Hay okumaz olaydım! Cemil Kavukçu'yu böyle tanımamalıydım. Adını deşifre etmek istemediğim biri bana "Cemil Kavukçu ve Yekta Kopan bitmiş artık!" demişti de ben inanamamıştım. Yekta Kopan'ın son kitabı İki Şiir Arasında'yı henüz okumadım ama Cemil Kavukçu bence de bitmiş ya da keşke hiç başlamasaymış, bilmiyorum. Bir de Can Yayınları'ndan yayınlanan kitabın arka kapağında Cemil Kavukçu için öyle iddialı sözler yazıyor ki insan hayal kırıklığına uğruyor ister istemez.

104 sayfalık kitap 9 öyküden oluşuyor. İkinci, üçüncü ve dördüncü öyküler birbirleriyle paralel; devam niteliğinde ama diğer öykülerin birbiriyle alakası yok. Onlar bağımsız takılmayı tercih etmişler. Benim kitapta fark ettiğim bir nokta da şu ki her öykü ayrı bir hayvan üzerine kurgulanmış, adeta "jungle"!

Yaratıcı yazarlık konusundaki eğilimi nedir bilmiyorum ama Cemil Kavukçu'nun bu alanda biraz daha antrenman yapması gerektiği kaçınılmaz bir gerçek; gereksiz kelimeler sarmış ortalığı. Okura olanı biteni göstermeyi bırakıp anlatmış da anlatmış. Y kuşağına bu kadar fazla bilgi vermeye gerek yok dostum. Kitabın 56. sayfasında yazma seminerlerinden ve hocalardan bahsetmiş ama detayını bilmiyorum açıkçası.

Can Yayınları da yapmış yapacağını, redaksiyon hatalarıyla dolu kitap!

İlk öyküyü okuduktan sonra kitaba not almışım "Ayı Tombik'in 'yok artık Lebron James' dedirten öyküsü" diye. Ben olsam bu öykünün başlığını değiştirirdim. Şerare isimli öyküdeki "iki nokta üst üste" ve Üstü Kalsın isimli öyküdeki "Hay-Hay" Leitmotiv olarak kullanmış.

Sayfa 69'da "Elektrikli çaydanlığa su koyup altını yaktım." yazıyor. Bu cümle biraz mantık dışı olmuş. Çünkü elektrikli çaydanlık ocağa benzemez; altı yakılmaz. Çaydanlığın fişi prize takılıp düğmesine basılabilir ancak. X kuşağının Y kuşağıyla teknoloji konusundaki imtihanı!

Yukarıda yazdıklarımın hepsini görmezden gelelim. Ruhsavar Topu isimli öyküde artık "Yapma be Cemil Abi, Gregor Samsa'yı hamamböceği yapma!" dedirtti bana. Gregor Samsa hamamböceğine dönüşmedi ki! Ah işte, herkes Kafka'yı anlayamaz bebişim! Franz Kafka'nın orijinal ismi Almanca Die Verwandlung olan eserini Ahmet Cemal dilimize Dönüşüm olarak çevirmiş ve Can Yayınları'nın yayınladığı kitabın önsözünde neden bu kelimeyi seçtiğini okura güzel güzel anlatmıştır. Ama Cemil Abimiz ne yapmış? Koskoca Dönüşüm olmuş size Değişim! Ahmet Cemal'i hiçe saymış. Siz hiç metamorfozu değişim olarak kullandınız mı hayatınızda?

Özetle, ben bu kitabı okuduğuma pişman oldum.

Nitelikli bir eser okumanın derdindeyseniz bu kitabı pas geçin.

2 Kasım 2014 Pazar

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları


Henüz hiçbir kitabını okumamış olsa da eşimin en sevdiği yazar Haruki Murakami. Onun için şarkı bile yaptı kendince, kitaplar gözüne takılınca söylemeye başlıyor. Ben de bu zamana kadar Murakami'nin Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında kitabını okuyabildim sadece -evde diğer kitapları da mevcut olmasına rağmen; malum okunacak çok şey var-. D&R raflarında Colorless Tsukuru Tazaki and His Years of Pilgrimage'ı görüyordum bir süredir ve merak ediyordum Türkçe'ye ne zaman çevrileceğini. Sağolsun Doğan Kitap beni daha fazla merakta bırakmamak için yapmış birinci baskısını. Ben de alıp okumaya başladım hemen.

Kışın gelişiyle eve kapanıp televizyon izlemeye başladım. Seyir aleminde olunca okumaya ayırdığım vakit azaldı haliyle. Bu sezon Kanal D'de şimdilik Pazartesi akşamları yayınlanan Ulan İstanbul ve dizideki ismiyle Servet yani Zihni Göktay favorim! Tavsiye ederim, abuk sabuk şeyleri izleyip vakit kaybetmeyin.

Gelelim Murakami'ye. Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları'nı bir haftada okudum. Doğruyu söylemek gerekirse üç günde okudum, aradaki zaman başka aktivitelerle geçti.

Roman 36 yaşındaki Tsukuru'nun kendinden iki yaş büyük kız arkadaşı Sara'nın ısrarı üzerine yirmi yaşında yaşadığı bir travmayı sorgulamasını, kaderinin gizemini çözmeye çalışmasını ve içindeki iflah olmaz yaranın kaynağına inmek için büyük bir yolculuğa çıkmasını konu ediniyor. Bir gün en yakın dört arkadaşı, hiçbir açıklama yapmadan "Biz artık seni görmek, seninle konuşmak istemiyoruz" deyiverince Tsukuru'nun  hayatı alt üst oluyor. Okur da roman boyunca Tsukuru'yla beraber bu durumun nedenini araştırmaya çalışıyor haliyle.

Kitabın isminde yer alan "Renksiz"lik, diğer dört arkadaşlarının soyadlarında Ak, Kızıl, Mavi ve Kara'nın yer alırken Tsukuru'nun soyadında herhangi bir rengin olmamasından kaynaklanıyor. Hac Yılları ise arkadaş oldukları dönemde Ak'ın çaldığı Listz'in Le Mal du Pays adlı eserini temsil ediyor.

Kitabı okurken yanına iki yıldız koyduğum bir bölüm var:

"İnsanların yürekleri arasındaki bağ yalnızca uyum üzerinden oluşmuyordu. Aksine, bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırılganlık kırılganlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. Elemli çığlıklar olmadan suskunluk, kan toprağa akmadan affediş, insanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. İşte bu, gerçek uyumun kökünde var olan şeydi."

Romanda Murakami Tsukuru'nun demiryolu istasyonlarında durup etrafı seyretmesini bir Leitmotiv olarak kullanıyor ve italik yazılmış iç monologlara sıklıkla yer veriyor.

Okuru sıkmayan, tam tadında bir roman.

Murakami'nin Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldığı günleri en kısa zamanda görmek dileğiyle!




25 Ekim 2014 Cumartesi

Sineklerin Tanrısı


Okumadığım ne çok kitap var... Okunması gereken ne çok kitap var... "Bu zamana kadar neden okumamışım?" diye kendimi yediğim de çok kitap var... Aman be yaaa, olur gider değil mi? Durduk yere ekstra stres yaratmayalım kendimize; hayat zaten yeterince zor ve stresli.

İş Kültür Yayınları tarafından ilk baskısı 2001 yılında yapılan ve Mina Urgan'ın harika çevirisiyle dilimize kazandırılan, 1983 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görülen İngiliz yazar William Golding'in Sineklerin Tanrısı adlı kitabını ben yeni okuyabildim. Her ne kadar üstteki resimde "7. Baskı" yazsa da ben "25. basım"a yetişebildim. Kitap yayınevi tarafından "Modern Klasikler Dizisi"ne birinci sıradan alınmış durumda. Roman Türkiye'de İşte Bizim Dünya adıyla da yayınlanmış efendim. İngilizlerin Beelzebub dedikleri şeytanın Kutsal Kitap'taki İbranice adı, Sineklerin Tanrısı anlamına gelen Ba-al-z-bub olduğu için William Golding kitabına bu adı vermiş.

Kitabı 168. sayfaya kadar işkence çekerek okudum adeta, akmadı, sürüklemedi ama inat ettim. Bir kitabı yarım bırakmak, okuyamamak kadar dert edindiğim bir durum daha yoktur. Adam yazmış o kadar, bir de üzerine Nobel almış ama ben okuyamayayım! Yok artık daha neler! Sözün özü, kitapta Sineklerin Tanrısı'yla karşılaşana kadar kitabı okumakta çok zorlandım, sevemedim bir türlü. Bugünün Cumartesi oluşunu fırsat bilip kendimi okumaya adadım, evi kitap kafeye çevirdim, çamaşırları yıkadım, kuruttum, katladım, fotoğraf çektim, müzik dinledim, kahve içtim, kek yedim derken kitabı bitirdim ve itiraf etmek gerekirse son yirmi sayfasında kitap bitmesin istedim.

Kitabın sonsözü Mina Urgan tarafından yazılmış. Keşke kitabı okumadan önce bu sonsözü okusaymışım. O yüzden bu kitabı okuyacaklara tavsiyem, önce sonsözü okumaları olacak. Size kolaylık olsun diye internette sonsözün linkini bulmaya çalıştım ama başaramadım canlarım. Bu kez biraz da sizin çaba sarf etmeniz gerekecek.

Gelecekteki Üçüncü Dünya Savaşı sırasında güvenilir bir yere götürülmek üzere yola çıkan çocuklar, bindikleri uçak hava saldırısına uğrayınca bir mercan adasına düşerler. Roman burada Robert Michael Ballantyne'ın yazdığı Mercan Adası kitabına göndermeler yapmaya başlar. Yaşları altı ile on iki arasında değişen ve sayısı bilinmeyen çocuklar, Mercan Adası'ndaki duygusal ve iyimser üç İngiliz gencinden biraz farklıdırlar. Onlar gibi barış içinde yaşayıp Büyük Britanya uygarlığının küçük bir versiyonunu inşa etmek yerine adayı cehenneme çevirmeyi başarırlar.

Aslında hepimiz çocukların masum, kötülük bilmeyen, melek gibi canlılar olduklarını varsayarız. Ama Sineklerin Tanrısı, gerçeğin böyle olmadığını tokat gibi çarpar yüzümüze. "Kendi çocukluğuna ve yakından tanıdığı çocuklara duygusallıktan arınmış gerçekçi bir gözle bakabilenler, çocukların küçük birer melek değil, tıpkı yetişkinler gibi birer insan olduğunu bilirler. İnsanlarda ise, ister büyük, ister küçük olsunlar, hem iyi hem de kötü içgüdüler vardır." diyor Mina Urgan sonsözünde.

Romanın sonunda Jack ve etrafında topladığı diğer çocukların Ralph'i yakalamak uğruna çıkardığı yangını fark eden bir İngiliz kruvazörü adaya yanaşır ve çocukları kurtarır. Gidecekleri yerde savaş devam ettiğinden bu çocukların tam olarak kurtulduklarını hissedemeyiz gönül rahatlığıyla.

Sabırla okuyalım, okutalım efendim. Ben 11 günde bitirdim, şimdi sıra Haruki Murakami'den Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları'nda!

8 Ekim 2014 Çarşamba

Zorba


Malum geçen hafta yıllık izindeydim. İş-özel hayat dengemizin dış mihraklar tarafından sarsılması nedeniyle bu yılki izinlerimiz bölük pörçük oldu. Ben de fırsat bulabildiğimce dinlenmeye çalıştım. Uzun zamandır okumak isteyip de okuyamadıklarımı okudum. Doğaya ve kendime biraz zaman ayırdım. Zorba'yı ilk okuma girişimim değil aslında, daha önce de 63. sayfasına kadar okuyup bırakmıştım kitabı. "Hadi" dedim "yapabilirsin çikoo!" ve sıfırdan başladım okumaya.

Roman Türkiye'de ilk kez Ataç Yayınevi tarafından 1963 yılında Aleksi Zorba adıyla yayınlanmış ve Can Yayınları tarafından ilk baskısı 1982 yılında Zorba adıyla yapılmış. Ben kitabın Can Yayınları'ndaki 12. baskısını okudum. Aslında bu resim kitabın son baskısına ait resim. Zira Can Yayınları, kitap kapaklarına önem vermeye ve onları daha renkli hale getirmeye başladı bugünlerde. Malum Y kuşağı görselliğe çok önem veriyor, Can bile değiştiyse daha neler değişmez ki! "Hayattan rengi alın geri neyi kalır ki?"... Bu da ömrümde duyduğum en yanlış cümle sanırım; "Hayattan rengi alın, geriye ne kalır ki?" desek daha doğru olmaz mı? Evet, bana dert oldu! Sübliminal gibiyim resmen, bilinç akışıma kurban, teey teeey!

Yıllardır ablam bana "Zorba'yı oku, Zorba'yı oku" der durur ben de sallamazdım -aynı konu Trevanian'ın Şibumi'si için de geçerli-, Zorba'nın kısmeti de bu tatileymiş işte. Varoluşun yalnız kitaplardan öğrenilemeyeceğini; Tanrı'yı, vatanı ve kendini yaşadıklarından da bulabileceğini -aslında bulamayacağını- öğretiyor insana Zorba. Hatta bu nedenle Kazancakis, dini çevreler tarafından topa tutuluyor.

Romandaki ana karakterler okur-yazar bir "kağıt faresi" olan Yunan asıllı genç İngiliz anlatıcı ve altmış beş yaşındaki Makedonyalı Zorba. Bu mutsuz entelektüel anlatıcı, Yunanistan'ın Girit Adası'nda aşırı davranışları olan, kaba saba ama hayata şehvetle bağlı orta yaşlı Aleksi Zorba ile tanışır ve onu kendisine ait linyit madeninde çalışması için ustabaşı olarak işe alır. Zorba kendi ilginç hayat felsefesini genç anlatıcıya kabul ettirdikçe anlatıcının hayata bakış açısı da değişime uğrar.

Romanda sık sık Türkler'den ve Türklük'ten bahsediliyor. Santur hocası Recep Efendi, kasap havası, İstanbul, İzmir, Kayseri, Cafer Hanım, Ali Bey, Süleyman Paşa benim yakalayabildiklerim. "Yunanların İstanbul'u aldığını öğrensem, Türkler'in Atina'yı almasıyla aynı şeydir bu benim için." cümlesi ise Zorba'nın gururunu yenmesinin kanıtı olsa gerek. Zorba dinsizdir, korkusuzdur, bilgedir, çapkındır -en büyük zaafı kadınlardır ve onlara acır-.

Zorba'da Kazancakis adeta kendi varoluş yolculuğunu anlatır ve bugün Kazancakis'in mezar taşında yazılı olanlar, doğrudan Zorba'nın ağzından dökülmüş kader sözcükleri gibidir:

"Hiçbir şey ummuyorum; hiçbir şeyden korkmuyorum; özgürüm." 

Kitap, "30 Yaşından Önce Okunması Gerekenler" listesinde yer alıyor. Bana 31'imde kısmet oldu, n'apalım, geç olsun güç olmasın değil mi? Okuyoruz, okutuyoruz cancağzım.  

Zorba'yla ilgili daha fazla kitap incelemesi okumak isterseniz linklere tıklayıverelim efendim:





"Ölmeden Ege Denizi'ni gezen insana ne mutlu!"

1 Ekim 2014 Çarşamba

Buzdolabının Üstündeki Kız


Adını ilk duyduğumda "Buzdolabının üstünde kız mı olurmuş?" dediğim kitap... Yine Etgar Keret ve kıvrak zihni ya da bilinçdışı... Aslında Etgar Keret'ten ilk bu kitabı okuyacaktım. Sonra internette kendisi hakkında biraz okuyunca ve Ümit Bey'le konuşunca Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü ile başladım. Bu kitapla kaç ülkenin üzerinden geçtim, kaç şehir gezdim ben de bilemiyorum ama net olarak Almanya'da Bamberg'i, Straubing'i ve Münih'i gördükten sonra, İstanbul'dan Bursa'ya dönmeye çalıştığım feribotta kitabı okumaya başladım.

Temmuz ve Ağustos aylarıyla kıyaslayınca okuma hızım azaldı. Zaten blog post'larımdan da bu veri takip edilebilir. Ama yakın zamanda Kurban Bayramı var. Öncesinde veya sonrasında da yıllık izne çıkmayı planlıyorum. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde de hızımın tekrar artacağı bir döneme gireceğimi düşünüyorum. Hadi hayırlısı!

Etgar Keret'ten ikinci okuduğum kitap Siren Yayınları tarafından yayınlanmış Buzdolabının Üstündeki Kız (Girl on the Fridge). Çeviride Avi Pardo yine usta üslubunu konuşturmuş. Bu kitapta en beğendiğim hikayeler "Astım Krizi" ve "Kaldırımlar" oldu. Astım Krizi yarım sayfalık kısacık bir hikaye. Ama içinde yer alan "Bir astımlının 'Seni seviyorum.' demesiyle 'Seni çılgınca seviyorum.' demesi arasında fark vardır." cümlesinin anlamı bütün kitaba bedel bence; daha önce bir astım krizi geçirdiyseniz bunu çok iyi anlayacaksınız.

Etgar Keret'i anlayıp onun yazdıklarından etkilenmeye başladıkça sizin yazı diliniz de değişiveriyor hemen. Özellikle atölyede "bilinç akışı" ve "Leitmotiv" tekniklerini harmanlayarak yazmaya çalıştığım son metinden sonra ben de ne yiyip ne içtiğimi sorgulamaya başladım ve sebebi Etgar Keret okumamda buldum. Keret'in Gazze Blues, Kapı Birden Vuruldu ve Yedi Güzel Yıl isimli kitaplarını da aldım ama biraz ara vermem lazım kendisine.

Etgar Keret okuyun, okutun canlarım! 

23 Eylül 2014 Salı

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü


Dünya'nın en dar evinde İsrail asıllı yazar Etgar Keret'in yaşadığını biliyor muydunuz? Ev, Varşova'da iki apartmanın arasındaki boşluğa yapılmış ve en dar noktası 92 cm, en geniş noktası ise 152 cm. Keret House linkine göz attıktan sonra, eşyalarınızı bir türlü sığdırmayı başaramadığınız 180 m2'lik evlerinizi gözden geçirin derim.

Etgar Keret kitaplarından ilk olarak, Siren Yayınları tarafından yayınlanan Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nü okudum. Kitap, 2010 yılında, ntvmsnbc tarafından Yılın En iyi 50 Kitabı arasına seçilmiş. İsmini, içindeki hikayelerden birinden alıyor. Keret eserlerinin geneli için bu şekilde bir isimlendirme yapıldığını söyleyebiliriz aslında.

Kitap yirmi bir adet kısa, bir adet de uzun hikayeden oluşuyor. Keret'in dili, fantastik fikirlerle bezeli. Nadir bulunan güzellikte bir kara mizah; çok net ve duru. İnsanı mutlu ediyor ama neden mutlu olduğunu anlayamıyorsun. Özellikle kitabın sonunda yer alan, sadece intihar eden insanların gidebildiği yerle ilgili öyküler beni çok etkiledi. İntihar edip bu dünyanın sorunlarından ve sıkıcılığından kurtulacağını zannedenlerin, kendilerini daha da sakin ve bunaltıcı bir yaşamda bulmaları fikri şaşırtıcı gerçekten. Nasıl bir hayal gücüyse, ne yenip ne içiliyorsa artık, okuyucu çok geçmeden yazarın dahilik ile delilik arasında bir yerlerde olduğuna kanaat getiriyor.

Gelelim bu güzel kitapları dilimize kazandıran güzel insan Avi Pardo'ya. John Fante ve Charles Bukowski yazılarını ve şiirlerini Türkçe'ye çevirmesiyle tanınan Pardo, çevirilerinde Türkçenin argosunu, sokak ağzını kullanarak yazarın üslubundaki serseriliğe, bıkkınlığa, umursamazlığa dikkat çekerek yazarla bütünleşen bir üslup oluşturmuştur.

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nü, yurt dışı seyahati nedeniyle o şehirden o şehre sürüklenirken yaklaşık bir haftada okudum. Aslında bir gecede bitecek kadar sürükleyici hikayelerden oluşuyor. Eve dönüş yolunda da Buzdolabının Üstündeki Kız'ı okumaya başladım arayı soğutmamak için. Dün de D&R'dan bulabildiğim diğer tüm Keret kitaplarını aldım. Bu ara Keret'ten gideceğiz sanırım.

Farklı tarzlar okumaya ihtiyacı olan herkese şiddetle -o da nasıl oluyorsa artık- tavsiye ederim!

Beni Etgar Keret'le tanıştıran Hakan Akdoğan'a sonsuz teşekkürlerimle...



13 Eylül 2014 Cumartesi

Kambur


Yok yok, adam olmaz benden. Doğduğundan beri sol beynine yatırım yapılmış insan zorlayaaaa zorlayaa ne kadar yol kat edebilir ki sağ beynini parlatma konusunda? Ablam ne kadar matematik biliyorsa ben de o kadar edebiyat biliyorum işte! Sahi siz henüz ablamla tanışmadınız değil mi? Yol yakınken ilk çıkıştan acilen uzaklaşabilirsiniz... Ablam -tek kişilik dev kadro, on numara insan, mobil çoklu kişilik-, lise birinci sınıfta fizik öğretmeni tarafından tehdit edilmiş bir insan; "Dili seçersen seni dersten geçiririm, sayısalı seçeceksen sınıfta bırakacağım". O derece barışık fen bilimleriyle! İşte o ne kadar başarabiliyorsa hesap kitap işlerini -tanıdığım en hesapsız insan olduğu için ayrıca severim, gizli ajandası yoktur, her şeyi paaat diye yüzüne kusuverir-, ben de o kadar becerebiliyorum edebi metinleri algılamayı.

Orta ikinci sınıfta edebiyat öğretmenimiz "Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur." atasözüyle ilgili bir kompozisyon yazmamızı istemişti yazılıda. Ben de oturup devenin ota tutunması durumunda otun onu taşımayacağını ve bunun bir sonucu olarak da uçurumdan yuvarlanacağını yazmıştım. Düz mantık işte; metaformuş, atasözüymüş hiç işim olmaz. Anlamayabilirim çünkü. Ama bu fiyaskodan sonra, kişisel gelişimim için biraz kitap okumaya başladım ve atasözlerinin anlamlarını annemden öğrenmeye çalıştım. "Biz daha iyisini verene kadar elimizdeki malın en iyisi budur caeniiim" durumu söz konusu yani!

Gelelim okuduğumuz kitaba... Hasan Ali Toptaş'tan Bin Hüzünlü Haz'ı okumaya başlamıştım aslında. Ama 40. sayfaya geldiğimde kitabı anlayamadığımı fark ettim. "Önce internetten yazar hakkında biraz araştırma yapayım, ondan sonra daha rahat okur, daha iyi anlarım." Evet, bazen kendimle konuştuğum doğrudur. O arada da elime Şule Gürbüz'ün İletişim Yayınları'ndan çıkan Kambur isimli kitabı geçti. Kitabın 92 sayfa olmasının da elime geçmesiyle bir ilgisi olabilir, kim bilir?

Kitap 92 sayfa ama içerik 40 sayfa takriben, günlüğün başladığı bölümden sonra kitabı 15 dakikada bitirebilirsiniz. Tek lokmada yutmalık dediğimiz türden. İçeriğe gelince... İletişim'in redakte ettiği en iyi kitap ödülünü veriyorum, Belce Ünüvar'a da ayrıca teşekkürler. Zira son dönemde çok fazla İletişim kitabı okudum ve çoğunda bolca redaksiyon hatası vardı.

Kitapta altını bastıra bastıra çizdiğim çok güzel cümleler var, "#quoteoftheday" hashtag'ini fazlasıyla hak eden. Bu cümlelerin her birinden apayrı öyküler yaratabilir insan.

"Akıl hiçbir yere varmayınca, duvara yazı olur."

"Ölen kim ise, onun yaşamının müziği cenazesinde çalınmalı, çünkü insana doğumundan ölümüne dek bir müzik eşlik eder. Dengesiz bir yaşamda suç, o kimsenin müziğindedir."

"Birisinin ölümüne üzülmek bile, o kimse için bambaşka bir ölüm düşlediğiniz içindir."

"İradem, tutsak olduğumu anlama özgürlüğümdür."

"İnanç, bilmediği halde şüphe etmemek; ötekiyse, bilmediği halde şüphe etmektir."

Şule Gürbüz'ün 1992 yılında yayınlanan ilk romanı Kambur, kitabın arka kapağında Murat Belge'nin de belirttiği gibi "Olgun bir yazarın elinden çıkmış, acemiliği, sakarlığı olmayan, olgun bir metin".

8 Eylül 2014 Pazartesi

Atanamayanlar


Ağustos 2014'te Okuyan Us tarafından ilk baskısı yapılan Başar Öztürk (bÖ!)'ün ilk romanı Atanamayanlar'ın ben aynı ay içindeki dördüncü baskısına yetişebildim sayın seyirciler. Pucca, French Oje gibi blog aleminin fenomenlerini yaratıp, bunları da edebiyat dünyasına dahil etmeye çalışınca Cem Mumcu tavır almıştım aslında Okuyan Us'a ama bu yaz yayınladıkları Onur Gökşen'in Muazzam Bey'in Değersiz Hayatı isimli kitabıyla yine fethetmeyi başardı gönlümü. Ben de bir şans daha verip "Üç Günlük Dünya Edebiyatı" serisini okumaya karar verdim, zira manifestoları çok babaydı.

Başar Öztürk'ün romanı iki bölümden oluşuyor; Teğetler Üçgeni ve Teğetler Arşivi. Ben en çok "Teğet III: Hayatsız Gömlek Cebi" kısmını beğendim, yanını yıldızlamışım hemen. Kitabı okumaya 1 Eylül'de başlayıp 7 Eylül'de de okumayı bitirdim. Kitabın akıcılığı konusunda bir önyargı edinmeden önce, geçen haftaki okuma performansımın oldukça düşük olduğunu da göz ardı etmeyelim lütfen.

Kitabın ana karakteri Ülgen, devlet dairesinde memur. Bayburtlu  ve korkuyor. Hikmet Bey'in hayatını karartmak üzere göreve atanmış sanki... Necla'ya aşık. Daha iyi bir kuruma geçmek isteyen Ülgen, sürekli sınava hazırlık kitapları alıyor, ders çalışmak üzerine programlar yapıyor ama bunların hiçbirine uymuyor tabii ki de! Nihat, Hikmet Bey'in oğlu... Bir ara "Acaba Ülgen ve Nihat aynı karakter mi?" diye düşünmedim değil hani.

Geçen hafta Hakan Hoca'yla Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne başladım dördüncü kez. Algılarım açıldı haliyle. Bir sayfayı dikkatle inceleyince bir kaç hata buldum kitapta art arda. Kitabı sonuna kadar okumak için devamını irdelemedim, hızlıca okuyup geçtim. Bkz. 41. sayfanın üçüncü paragrafında, "Ajanda ile başlayan değişim, hayat bilgisi eğitimi ile devam etmiş, "amca" kimliği ile ise bambaşka bir ivme kazanmıştı." cümlesinde iki bağlaç peş peşe kullanılmış. Bunlardan biri fazla gibi, sizce hangisi? Bu cümleden sonraki cümle "Kendine olan güvenini yeniden kazanıyordu.". Art arda gelen iki cümlede aynı kelimeler kullanılmış; bu da metinde tekrarlara düşülmüş hissi uyandırıyor okuyanda.

"Çayın bile çözemeyeceği sorunları vardı." metaforu benim kitapta en beğendim yer oldu açıkçası, malum bizim her anımıza çay eşlik eder. Modern dünyanın Tutunamayanlar'ına bol bol gönderme yapan Başar Öztürk'ün en güzel tespiti de sosyal medyayla ilgili olmuş.

"Bügün insanlar cenazelerinin sosyal ağlara koydukları bir fotoğraf gibi değerlendiğini göreceklerini bilseler, hepsi patır patır intihar edip cenazelerinin altından bunu kaç kişi paylaşmış, kaç kişi beğenmiş, kaç kişi yorum yapmış, öbür taraftan buna bakarlardı."


"İlk yaşamımdı, acemiliğime geldi." diyen Başar Öztürk'e "İlk romanındı, acemiliğine gelmiş." demek istemiyorum ama Y jenerasyonunun Oğuz Atay'ı olmayı da beklemesin lütfen.

Vaktiniz varsa okuyun efendim.

Kendi Stilini Yarat


Bana göre kitaplar ikiye ayrılır; okumak istediğiniz kitaplar ve okumak zorunda olduğunuz kitaplar. Birinci kategoriyle ilgili sıkıntı yok, zaten onları severek okuyorum. Ama ikinci kategoride biraz sıkıntı yaşadığım gerçek. Çünkü bu kitaplar genellikle kişisel gelişim kitapları oluyor. Rüzgar Mira Okan'ın 2013 yılında Alfa Kitap'tan çıkan Kendi Stilini Yarat isimli kitabı da aslında bahsettiğim bu ikinci kategoriye girer diye düşünüyordum.

5 Eylül 2014 Cuma günü Rüzgar Mira Okan çalıştığım firmaya gelip bizi "Profesyonel İş Hayatında Kadın Olmak, Kişisel Marka ve Kişisel İmaj Yönetimi" konusunda bilgilendirdikten, konuya biraz yakınlaşmamızı sağladıktan sonra fikrim yüz seksen derece değişti sayın okur! Bugüne kadar yüzlerce eğitim almış bedenim böylesini de görecekmiş meğer! Rüzgar Hanım bize vücudumuzun matematiğini öğretti. Eee... Ne de olsa serde mühendislik var onda da! Bu yazıyı eğitimi almadan önce daha farklı yazdığımı itiraf etmek zorundayım. Zaten önyargılarımız değil mi bizi bitiren? Şimdi edebimle devam ediyorum usul usul.

Bir kere kitaba edebi eser, kutsal kitap muamelesi yapmak tamamen yersiz; kitabın düzlemi bunun üzerine değil. Kitap rüküşlükte sınır tanımayanlarımız, nerede nasıl giyinmesi gerektiğini hala ayırt edemeyenlerimiz için yazılmış "Vücudumuzu Tanıyor ve Ona Göre Giyiniyoruz for Dummies" ayarında. Eğer kişisel marka oluşturmanın, stil sahibi olmanın derdine düştüyseniz temel eğitiminiz için bu kitabı mutlaka edinin.

Eğitimi de aldığım için tabii ki de bende kitaptaki bilgiden daha fazlası var ama durduk yere insanlara girişimcilik ilhamı vermemek adına ve her önüne gelenin kendini moda ikonu zannetmesi ama stilinin olmaması sebebiyle öğrendiklerimi daha fazla açık etmiyorum.

İşte size Rüzgar Mira Okan'dan "Kadınlar için Gardırobun Olmazsa Olmazları" diyor, iki Rüzgar Mira Okan atasözüyle yazıma son veriyorum.

  1. Siyah günlük elbise
  2. Siyah kokteyl elbisesi
  3. Siyah gece elbisesi
  4. Siyah etek
  5. Siyah pantolon
  6. Blazer ceket
  7. Koyu mavi / lacivert taşlanmamış jean
  8. Siyah / camel / krem manto
  9. İpek bluz
  10. Beyaz gömlek
  11. İnci kolye ve küpe
  12. Büyük bir broş
  13. Beyaz tişört
  14. Spor ayakkabı
  15. Sandalet
  16. Siyah stiletto
  17. Nude topuklu ayakkabı
  18. Clutch
  19. Büyük deri çanta
  20. Orta boy deri çanta
  21. İnce deri kemer
  22. Truvakar kollu ceket
  23. Deri ceket / mont
  24. Pantolon-ceket takım elbise
  25. Kaşmir kazak
  26. Balıkçı yaka siyah kazak
  27. Trençkot
  28. Siyah bot / çizme
  29. Düz ayakkabı
  30. Kanvas pantolon
  31. İpek fular
  32. V yaka uzun kollu triko
  33. Siyah hırka
  34. Kırmızı / beyaz / krem / devetüyü rengi elbise
  35. Klasik ve spor iki saat
  36. Parfüm
  37. Siyah eyeliner ya da dipliner
  38. Şeftali / pembe rengi allık
  39. Ton düzenleyici fondöten ve pudra
  40. Gözaltı kapatıcısı
  41. Nude ve kırmızı ruj
  42. Breton tarzı çizgili tişört
  43. Laser kesim külot
  44. Siyah ve beyaz sutyen
  45. Güneş gözlüğü
  46. Deri eldiven
"Az olan çoktur."

"Gold digger olmayın, goal digger olun!"

2 Eylül 2014 Salı

Sinek Isırıklarının Müellifi


Benim bu kitabın adını uzunca bir süre "Sinek Isırıklarının Mükellefi" diye okumam ve daha geçen hafta "Ya ne saçma bir kitap ismi bu, ne demek istemiş acaba bu adam?" diye Google'da arama yaparken Google'ın beni "Bunu mu demek istediniz: sinek ısırıklarının müellifi" şeklinde düzeltmesi de hoştu gerçekten. Durduk yere güldüm kendime, kör görmez, cahil bilmez, uydurur versiyonu oldu benimkisi! Tabii "müellif" kelimesini o güne kadar cümle içinde kurmayı geçtim, herhangi bir yerde de okumadığım için anlamını bilmiyordum. Öğrenme arzumun doruklara ulaşması, bilmediğim bir şeyi duymama bağlı olduğu için hemen araştırmacı kişiliğime geçtim -bir ben var benden içeri- ve TDK (bilmeyenler için Türk Dil Kurumu)'nın Türkçe sözlüğünde arattım kelimeyi. Sözün özü "yazar" demekmiş müellif, yani Sinek Isırıklarının Yazarı aslında bu kitabın ismi, cem-i cümlenin anlayacağı şekliyle!

Barış Bıçakçı'nın 2011 yılında İletişim Yayınları tarafından yayınlanan kitabı Sinek Isırıklarının Müellefi'nin ben dördüncü baskısına denk geldim ve Pazar sıkıntısıyla okumaya başladım. Kocam bu aralar mütemadiyen (sabah-akşam, Cumartesi-Pazar) işte olduğundan ben de kitaplara sardım. Bir de televizyonu tamamen hayatımdan çıkarınca, kitap okumak için bir boşluk oluştu. Sanırım bu yaz Temmuz-Ağustos aylarında hayatımın kitap okuma rekorunu kırdım. Böyle de bıkmadan-usanmadan devam eder umarım. Çünkü sadece benim kütüphanemde okunmayı bekleyen yüzden fazla kitap var. Okuyamadıklarım için üzülüyorum, bir yandan da durmadan yenilerini satın almak istiyorum. Okuyamayınca hayattan bir şeyleri kaçırıyormuşum gibi hissediyorum. Böylesine deli bir ruh hali işte benimkisi de!

Kitap daha ilk cümlesiyle vuruyor sizi; "Çoğu zaman her şey önceden bellidir; mucize, evin bugün yarın ölecek kedisidir." Cemil, kırk beş yaşında ve Nazlı'yla evli. Metin ve İlhan en yakın iki dostu. Altı yaşındayken annesini, yirmi yıl önce de babasını kaybetmiş. Babasını ameliyat olmaya o zorluyor ve babası ameliyat masasında kalıyor. Hastanede babasından kalan eşyaları toplamaya çalışırken Nazlı'yla tanışıyorlar. Nazlı doktor. Ankara'da toplu konutlardaki bir artı bir evlerinde yaşıyorlar. Cemil, büyük bir inşaat şirketinde yükselmesi beklenirken birdenbire evde oturmaya başlayan bir adam. Kitap okur, kitap yazar, kitabını yayınevine gönderir ve yayınevinden haber bekler.

Barış Bıçakçı'nın ilk Herkes Herkesle Dostmuş Gibi isimli kitabını okumuştum. Sinek Isırıklarının Müellifi de yine bir İletişim kitabı, yine bir Ankara romanı. Kitabı iki günde okudum. Bu ara kitap okuma hızımdaki artış takdire şayan gerçekten, zira 2 ayda 22 kitap bitirmişim! Sabahlar olmasın...

Kitapta altını çizdiğim ve alıntılanabilecek çok fazla cümle var. Onları buraya alt alta eklesem upuzun bir yazı olur; intihal vakası yaratırız durduk yere. Yayıneviyle papaz olmayalım sonra! Ama aralarında bir tanesi var ki neden blog yazarlığı yapmaya çalıştığımın da ifadesi aslında.  

"Siz de bilirsiniz, anlatmaya değer şeyleriniz olduğunu, bir gün bunları anlatacağınızı, yazacağınızı düşünmek ne güzeldir ve bu düşünce bir kez yer etti mi nasıl da perişan eder insanı! Şu dünyadaki en yüksek mertebe olan okurluk mertebesi size yetmemeye başlar. İnsan olmak size yetmemeye başlar. Dünya olmak istersiniz." 

Bu kitabı okuyun, atıfta bulunulan kaynakları da okuyun, sonra da ihya olun. Kimler yok ki aralarında?

Nabokov (Ada ya da Arzu, Lolita), Carson McCullers (Yalnız Bir Avcıdır Yürek), Julio Cortazar (Ayak İzlerinde Adımlar, Mırıldandığım Öyküler), Mehmet Günsür (İçeriye Bakan Kim?), Oktay Rifat (Güve Yenikleri), Sabahattin Kudret Aksal (Gazoz Ağacı), Yusuf Atılgan (Bodur Minareden Öte, Saatlerin Tıkırtısı), Turgut Uyar (Kırlardan Geliyorlar), René Char (Seçme Şiirleri), Ahmet Hamdi Tanpınar (Bir Tren Yolculuğu), Abdülhak Şinasi Hisar (Çamlıca'daki Eniştemiz), William Faulkner (Ses ve Öfke, Döşeğimde Ölürken), Elias Canetti (Körleşme), Jerome David Salinger (Franny ve Zooey, Muz Balığı için Mükemmel Bir Gün), Virgina Woolf (Dalgalar, Mrs. Dalloway), Memduh Şevket Esendal (Otlakçı), Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna), Vüs'at O. Bener, Füruğ Fehruzzad (Sonsuz Gün Batımında), Orhan Kemal, Adalet Ağaoğlu (Hadi Gidelim), Italo Calvino (Marcovaldo, Kentte Mevsimler).

"Yazmak bir bakıma anlatılmaya değmez olanı anlatmaktır. Böylelikle anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir."

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Doğa Tarihi


420 aylık bir bebek Doğa. Evine yedi dakika uzaklıktaki plazanın eksi yedinci katındaki camdan odasında, camdan bir dünyada, yaşama savaşı veren, yolun yarısını devirmiş bir bebek. Babası annesine "Ben başkasını seviyorum." dediği günden beri, yeni taşındıkları akıllı evlerinde annesiyle birlikte yaşıyorlar ve babası da eski evlerinde Doğa'dan iki yaş büyük sevgilisiyle birlikte yaşıyor. Annesinin yaşamı tahta mutfak masasında, eski eşinin bir gün ona döneceği fantezileri kurmaktan ve Doğa'nın teyzesiyle bu fantezileri çeşitlendirmek üzerine yaptıkları buluşmalardan ibaret. Babası inşaat işiyle uğraştığı için tehditler almakta. Doğa, görkemli kutlamalarla taçlandırdığı ve her kutlamanın Facebook'ta bir fotoğrafını paylaştığı otuz beşinci doğum gününde, annesine yalan söyleyerek babasıyla görüşüyor ve babası ona her an her şeyin olabileceğinden bahsederek banka hesapları hakkında bilgi veriyor.

Ne oluyorsa da bu otuz beşinci doğum gününden sonra oluyor zaten, çorap söküğü gibi ardı arkası kesilmiyor olayların. Doğa'nın gün geçtikçe aynada kendini beğenmez hale gelmesi, işyerindeki en büyük rakibesi Alev'e karşı duyduğu hırs, patronu Cengiz Bey'in gözüne girme çabaları, çakma sevgilisi Onur'un yerinde hep eski sevgilisi Ulaş'ı hayal etmesi, spor salonundaki hocası Engin'le olan hayalleri, cilt doktoru ziyaretleri, babasının ölümü, küçük adamların ortaya çıkması hep bu otuz beşinci doğum gününden sonra oluyor.

Hakan Bıçakçı'nın 2014 yılında İletişim Yayınları tarafından yayınlanan romanı Doğa Tarihi'ni, bu hafta içi, kocamın yine fazla mesaiye hapsolduğu bir akşam yaptığım Korupark ziyareti esnasında satın almıştım D&R'dan. Dün okumaya başladım, bugün öğle saatlerinde de bitirdim. Hikayenin hayatlarımızla özdeşleşmesi sebebiyle deyim yerindeyse "su gibi akan, bir solukta okunan" bir roman. Daha önce Hakan Bıçakçı'nın Ben Tek Siz Hepiniz isimli kitabını okumuş ve aslında dilini beğenmemiştim. Ama her insan hayatta ikinci bir şansı hak eder değil mi? Zaten o kitabı da, Hakan Bıçakçı Akkılıç Kütüphanesi'ne söyleşiye geleceği için kendisi hakkında bir fikrim olsun diye çok kısa bir sürede okumuştum. Belki de ben anlayamamışımdır o zamanlar kendisini.

Akıllı evlerinde, akıllı telefonları ve akıllı bilgisayarları ile yaşamaya koşullandırılmış 21. yüzyıl insanını öyle güzel izlemiş ki Hakan Bıçakçı, kitapta geçen betimlemelerde bu gözlemlerin farkına varmamak imkansız. Erkek bir yazarın, kadın bir karakter yaratması yazarlık mesleğinin en zorlu işlerinden biridir herhalde. Ama Hakan Bıçakçı bu zorluğun öyle güzel üstesinden gelmiş ki kitap tanrı bakış açısıyla yazılmış olmasına rağmen kitabın son sayfasına kadar kitabı Hakan'ın değil, Doğa'nın yazdığını düşünüyorsunuz.

Kitap Eski Ayna, Yeni Ayna ve İki Ayna Arasında başlıklı üç bölümden oluşuyor. Eski Ayna, Doğa'nın henüz göğüslerine silikon yaptırmadığı bölüm. Yeni Ayna, Doğa'nın göğüslerinin silikonla şişirildiği ama ruh sağlığının kötüye gittiği bölüm. Üçüncü bölüm İki Ayna Arasında ise tamamen araf; hem Sepultura T-shirt'üyle gezdiği, eski punkçı günlerini özlediği, hem de tüketime odaklanmış yeni yaşantısından vazgeçemediği iki yaşamın arası.

Aslında kitap hakkında yazılabilecek çok fazla şey var ama bunların bir çoğu daha önce başkaları tarafından yazılmış. Ben kitabı okumadan önce bu yazıları okumuştum ve okuduktan sonra da yazanlarla aynı fikirlere sahip olduğumu söyleyebilirim. Eğer bu kitabı okuyacaksanız bu yazılara, röportajlara göz atmadan okumaya başlamayın derim.

Pembe Panjurlu Distopya

Plaza Kadını Üzerinden İnsanlık Eleştirisi

Kendine Ait Bir Cam Oda

Hakan Bıçakçı'dan Bir Hayalet Hikayesi

28 Ağustos 2014 Perşembe

Erteleme Sanatı


Bilen bilir, bir zamanlar Yekta Kopan hayranıydım. Bir kaç yıl önce Bursa TÜYAP Kitap Fuarı'ndaki söyleşisine de koşarak gitmiştim. Beklentim çok yüksekti sanırım, ne oldu hatırlamıyorum ama söyleşiden sonra hayranlık fazından takipçilik fazına geçtim ve Fil Uçuşu isimli bloğunda paylaştıklarını izlemeye başladım.

John Perry'nin Sel Yayıncılık'tan 2014 yılında yayınlanan kitabı Erteleme Sanatı'nın varlığını da Yekta Kopan sayesinde öğrenmiş oldum. Geçtiğimiz Pazartesi günü, eşimin yine işten geç çıkması nedeniyle yaptığım AVM ziyaretinde kitabı D&R'dan satın aldım. Bir kitap daha aldım aslında ama onu da okuduktan sonra paylaşayım. Şimdiden fragmana girmenin hiçbirimize faydası yok!

Kitabı hemen okumaya başladım, zira merak ettim; "Benim gibi bir ertelemeciye nasıl faydası olabilir ki?" diye. Ama adı üstünde işte; Oyalanma, Savsaklama ve Kaytarma Rehberi! Yekta Kopan'ın da yazıdığı gibi "Daha ilk bölümden beni kendimle yüzleştiren kitap!". Utanmasam kitabın tüm satırlarının altını çizecektim. Ertelemeci olduğumun farkındaydım ama bir erteleme profesyoneline dönüştüğümü bilmiyordum. John Perry'nin örnekleri birebir benim  hayatımdan olduğu için bu konuda da rüştümü ispat etmiş oldum.

Kitap, Mark Twain'in "Bugünün işini yarına bırakma, mümkünse yarına bırak." sözüyle başlıyor ve bizi akrasia, yatay düzenleme, görev triyajı ve eksik sağ parantez bozukluğu gibi yeni kavramlarla tanıştırıyor. John Perry, sistematik erteleme ve mükemmeliyetçilik arasında öyle güzel bir bağlantı kuruyor ki adeta ertelemeci olduğunuz için kendinize tapacak moda girmeye başlıyorsunuz. Yazar, kitabın 46. sayfasında bir Japon yönetim felsefesi olan Kaizen'e değiniyor. Açıkçası bu konuya nasıl geldik idrak edemedim ve "Yine mi iyileştirme, kaç kaç kaç!" naralarıyla okuyup geçtim satırları. 

"Biz sistematik erteleyiciler çalar saatleri durdurmaya, sonra da arkamızı dönüp uykuya dönmeye meyilli olabiliriz."

Eğer siz de sabahları uyanmamak için saati durmadan erteliyorsanız, yapılacak işleriniz için listeler oluşturuyor ve tamamladıklarınızın üzerini itina ile çiziyorsanız bu kitap tam size göre demektir.

Ertelemeyin, okuyun!

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun


Geçen hafta Şeyda Coşkun'la detoks ve diyet programına başladım, kendisinin bundan haberi yok tabii ki de. İnternetten bulduğum belki de Şeyda Coşkun'a ait bile olmayan bir listeye talim ediyorum günlerdir ve her gün net iki saat mutfak mesaim var. Evliliğimizin bir yılını doldurmak üzereyiz ve son bir hafta yerine evliliğimizin başından beri aynı mutfak mesaisini yapsaydım hem bugün bu diyeti uygulamak için kasıyor olmazdım, hem de kocamın benim hakkımdaki fikirleri daha farklı olurdu kuvvetle muhtemel.

"Bir haftada tartıda bir değişiklik var mı?" diye soracak olursanız yaklaşık 1-1,5 kg vermiş durumdayım -saatine göre tartıda gördüğüm değer değişiyor-. Tartı kısmı açıkçası çok da umurumda değil ama son bir haftada yediklerimi annem görse kahrolurdu herhalde kadıncağız, çünkü ben dereotu, yeşil biber, menemen, dolma, patlıcan, yeşil mercimek yemem ve bunların hepsini şu sıralar bol bol tüketmekteyim!

Sadece diyet yapmak yeterli olmuyor arınmak için, aynı zamanda her gün en az 1 saat yürümek de gerekiyor. Hal böyleyken biz de dün akşam yürüyüşe çıktık ve Ezgi Kitabevi'nde mola verdik. Ezgi'de kitapları neye göre tasnif ettiklerini anlamaya çalışıyordum kaç zamandır. Dün akşam yayınevi odaklı kitap aradığım için durumu çözmüş bulunmaktayım. Ne yazarın soyadına ne de kitabın adına göre sıralıyorlar canlarım, sadece ve sadece yayınevine göre sıralama yapıyorlar. Son günlerde İletişim Yayınları algımın aşırı derecede açılması nedeniyle yayınevinin rafına gidip üç İletişim kitabı daha aldım. "Okumak iptiladır"ı, "İletişim müptela yaratır" olarak değiştirmek zorunda kalacaklar yakında, farkında değil adamlar.

Bu üç kitaptan biri de Hatice Meryem'in birinci baskısı 2002 yılında İletişim Yayınları tarafından yayınlanan kitabı Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun'du. Alper Atalan'ın Çok kısa bişi anlatıcam'ını bitirdikten sonra okumaya başladım kitabı.

Kitap "Ben bir ...'nın karısı olsaydım eğer..." cümlesiyle başlayan ve Hatice Meryem'in birilerinin karısı olduğunu kurguladığı fantezik dünyasına dair bize ışık tutan kısa hikayelerden oluşuyor. Aynı zamanda Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından oyun olarak da sergilenmekteymiş efendim.

95 sayfalık, bir lokmada okunup bitirilecek kitap, uyku öncesi herkese tavsiye edilir.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Çok Kısa Bişi Anlatıcam


Sadece 5 gününü kullanabildiğim yıllık iznimden eve döner dönmez kendimi Bursa'nın en cici kitapçısı Ezgi Kitabevi'ne attım. Aslında bu cümleyi "Soluğu gelir gelmez Ezgi'de aldım." diye de kurabilirdim. Hani bir şeyleri kendimizle özdeşleştirdikten sonra onlara samimi isimler koyarız ya, o bağlamda işte. Ezgi Kitabevi'ni her hafta en az bir kere ziyaret ediyoruz. Bir de evimize yakın bir konuma BKM (Bursa Kitap Merkezi) taşınmış, aman da aman, tadından yenmez artık buralar ! Bursa'da yaşayan Egeli züğürdün tesellisi de ancak böyle olabiliyor işte.

İçinden kitap ayracı çıkan kitaplara bayılıyorum. Artık nasıl bir travmanın açıklamasıysa bu, ben de böyle bir manyağım işte, beni ayraçla tedavi edin. İletişim Yayınları son günlerde yayınladığı kitapların içine ayraçlarını da koyuyor. O yüzden İletişim'ci oldum diyebiliriz, okumak iptiladır! Zaten şimdiye kadar olan blog post'larımın çoğunluğu da İletişim'den. Yalnız nefret ettiğim şöyle de bir özellik var; kitap fiyatlarının arka kapağa etiketle yapıştırılması! Gerçekten bu duruma uyuz oluyorum ve o etiketleri sökmeye çalışırken harcadığım enerjiyi başka şeye harcasaydım filinta gibi delikanlı (!) olurdum şimdiye kadar. Buradan İletişim Yayınları'na notum olsun; lütfen siz de Can Yayınları gibi kitapların arka kapaklarının sol alt köşesine fiyat bilgilerini yazın ve kitapları öyle yayınlayın. Çok mağdurum sevgili İletişim!

Devam edelim kanka, bekleme yapma!

Upuzuuun bir girişten de anlaşıldığı gibi, Alper Atalan'ın Sanal Uyku ve Mart'tan sonra üçüncü kitabı Çok kısa bişi anlatıcam'ı Ezgi Kitabevi'nden satın aldım. Mart'ı yine Ezgi'den satın almış ve okumuştum daha önce. Ama "Ne hatırlıyorsun bacım?" derseniz şu an pek bir şey yok bellekte. Kitap da kesin ablamdadır yine! Bizde kitaplar kardeşten-ablaya, abladan-kardeşe doğru akıyor.

Evimin hanımı, kocamın karısı, işimin kölesi olmama rağmen hafta sonunun getirdiği boşluk ve hoşlukla kitabı bir günde yalayıp yuttum. Yanlış saymadıysam kitap 36 kısa hikayeden oluşuyor. Benim en sevdiklerim "Terasa Düşen Sevda" ve "Abant'a Kaçalım" oldu; bunların başlığına yıldız koymuşum zira. Alper Atalan'ın yazım dili o kadar güzel ve mekanlar, olaylar o kadar tanıdık ki girip hikayenin içinde yaşıyorsunuz adeta.

Kitapta bazı kelimeleri hayatımda ilk kez gördüm canlar. Misal, "hepsine tehir bir koşuşturmayla, dekovile, eski arkadaşın nakısı, kesek, ıskat, beheri nasihat, ayniyle vakiye, kalubeladan arkadaşı, tem yumak olmuşken, mutat, şev, kondöttör, dairezen, sandukkar, nevrekan, ruyet, hail, tapi, mostralık bir kütüphane, kokina, erbain, diskuru, kasavet, oküler, istadet etmek". Bu kelimeleri herhangi bir t anında cümle içine alır mıyım bilmiyorum. Anlamlarını merak ediyorsanız Google Amca ve TDK hizmetinizde!

Kitapta her ne kadar yazarın İstanbul doğumlu olduğu bilgisi paylaşılmış olsa da hikayeler yazarın dibine kadar bir Egeli olduğuna ikna ediyor sizi, gerçek midir bilinmez. Bkz. sayfa 60'ın ilk satırında "çekirdek de vardı ya" ile anlatıma giren nesne, onuncu satırda "votka çiğdem kokan nefesine" olarak değişiveriyor birden.

Birkaç da imla hatası var kelimelerin yazılışına dair ama onları görmezden geliyorum bu seferlik.

En iyisi ben daha fazla anlatmayayım buradan, siz gidin alın hemen kitabı.

21 Ağustos 2014 Perşembe

Yerçekimi


Şimdi ben Hakan Hoca'ya "Gözlemci bakış açısı ile tanrı bakış açısı arasındaki farkı hatırlayamıyorum." desem o da bana "Kırk satır mı yoksa kırk katır mı?" önerisinde bulunur herhalde... Oturdum internette araştırdım ama bu kitabın anlatımında hangi bakış açısının kullanıldığına karar veremedim. Ama romandaki ana karakter "Kadın"dan hep üçüncü tekil şahıs yani "o" olarak bahsedilmesi tanrısal bakış açısına daha fazla ihtimal vermeme neden oluyor; Tanrı her şeyi görürdü değil mi? Buradaki anlatıcı da her şeyden haberdar maşallah!

Kitabı 4 Ağustos'ta, yıllık izne çıkmadan hemen önce, yangından mal kaçırır gibi almışım Korupark D&R'dan. Kitabı yıllık izin dönüşünde, 17 Ağustos'ta Bursa'da okumaya başladım. Bütün gün çamaşır işleriyle haşır neşir olmuş bedenime bir nebze iyi geldi doğrusu. Bu sabah da (21 Ağustos 2014) serviste son dört sayfayı okudum. Bu aralar obsesif gibi "Türk Roman - Öykü" kategorisinde takılıyorum. Kendi yazarlarından haberdar olmayan insan "Ben okurum." demesin bence.

Fatih Balkış'ın 2010'da Aya Kitap'tan yayınlanan ilk romanı Yerçekimi'ni, 2014'te Can Sanat Yayınları yayınlamış efendim. Kitap yeni değil aslında. Hatta kendisinin 2013 yılında yayınlanan Fars isimli ikinci bir romanı daha varmış. Bu ne demek oluyor güzellikler; ikinci kitabı da arayıp bulmak farz oldu! Zaten az çilem vardı, hal böyle olunca bir miktar daha iş yaratmış oldum kendime.

Bu kitabı benden alın, kitapta altını çizdiğim kitapları okuyun, filmleri ve tiyatro oyunlarını izleyin, müzikleri dinleyin, yabancı kelimeleri öğrenin tamam işte ondan sonra sağda solda bir sürü caka satarsınız "Ben biliyom işte, ben biliyom, pııırt!" diye. Neden? Çünkü çağımız bilgi çağı (!), her şey Google Amca sayesinde bir tık ötemizde. Sıkıştırılmış bilginin kölesiyiz hepimiz.

Kitapta kendisinden "Kadın" olarak bahsedilen ana karakterin 166. sayfada Handan olduğunu öğrendim ve "Tanıştığımıza memnun oldum Handan!" dedim! Neyse ki ismi son sayfaya bırakmamış Fatih Bey.

Eşinden ayrılmış ve 6 yaşında Güneş isimli bir erkek çocuk annesi olan Handan, İngilizce ve Almanca'dan kitap çevirileri yaparak geçinmektedir. İlk eşinde yaşadığı ilgisizlik ve hayal kırıklıklarından sonra mutluluğu ve umudu, Yunan Adaları'na yaptığı gemi yolculuğunda tanıştığı Cem'de bulur.

Özetle, romanın sonunda mutlu son var, olleeeyy!

Biraz umuda, biraz cesarete ve biraz da her şeyi bırakıp gitmeye niyetiniz varsa, kitabı hemen alıp okuyun gencolar.

Sevgileeeer.

17 Ağustos 2014 Pazar

Şehrazat


Yine D&R'ın ara sokaklarında, pardon kenar köşesindeki raflarının arasında geziyorum bir gün -ki o gün 4 Haziran 2014 olur, kitabın ilk sayfasına bak, yazmışımdır mutlaka-, işte orada fark ediverdim Şehrazat'ı. Afili cümle kurma konusunda başarılıyım bence, isteyince ne de güzel abartıyor değil mi insan? Mesela ben aslında bu kitabı nasıl satın aldığımı hatırlamıyorum bile, öylesine, uydurmasyon bir girizgah yapmak istedim. Tarih ve mekan doğruydu sadece.

Ama kitabı nasıl okuduğumu çok iyi hatırlıyorum canlar. 13 Ağustos'ta Selimiye'de 36 Santigrat derece sıcaklığın altında, Erdal Kaptan'la palavranın ve kahkahanın dibine vurduğumuz Nina Hanım isimli teknede okumaya başladım kitabı. Hava o kadar sıcaktı ki teknenin dışında durabilmek mümkün değildi. Hepimiz şıpır şıpır damlarken terden, sonunda çareyi kabinlere inmekte bulduk. Sağolsun kaptan-ı deryamız jeneratörünü çalıştırdı, -çok bonkör insandır kendisi- sayesinde serin serin, klimalı klimalı yattık kabinlerde. Tabii ki de benim canım sıkıldı orada yat yat, ben de çantadan elime gelen ilk kitabı çıkardım ve okumaya başladım.

Kitabın ilk elli sayfasını ortamın da rahat, sessiz, sakin olması nedeniyle hemen okudum. Ama sonra seyir başladı, dışarısı esmeye yani serinlemeye başladı ve haliyle kabinden dışarı çıktım. Dışarıda deniz, ağaç, keçi, yelkenli, dalgaların sesi, köpükler filan gibi dikkat dağıtıcıların olması kitabı bir kenara bırakmama neden oldu. Her türlü dış mihrağa direndim ve kitabı 15 Ağustos'ta Yunanistan'ın Symi Adası'nın Pedi Koyu'nda bitirdim. Benim matematiğime göre iki günde bitti. Performans kriterlerime göre biliyorsunuz ki bu, İletişim Yayınları'ndan çıkan Ömer Ayhan'ın Şehrazat"iyi kitap, hemencecik bitiveriyor, kitabı gidin hemen satın alın" demek.

Kitapta bol bol eski zaman kelimeleri kullanılmış. Mesela; tenkisat, hissikablelvuku, alicenap, hakkıali. Ayrıca üstü kapalı bir şekilde Gezi Parkı olaylarına da değinilmiş sanki. Bkz. 134. sayfa ikinci paragrafta "Yaşa be komutan, sen çok yaşa. Kahrolsun Toma'lar"  gibi bir cümle var. 118. sayfanın yedinci satırında da "Burası kivi cumhuriyeti" yazıyor.

Altını çizdiğim yerlerden birinde "Bizim en büyük açmazımız nedir bilir misiniz, biz geleceği okuyamayan bir milletiz. Kafaları her türlü üçkağıda çalışan mebuslarımız var, kendini cidden sokaktaki insandan farklı zanneden ruhen ortalama bir sürü mahalli sanatçımız var, ama kahinlerimiz yok." yazıyor. Özellikle de günümüzde, bu cümlenin doğruluğunu tartışmak ne kadar yersiz olur değil mi?

Kitapta "kendimden bir şeyler buldum" dediğim bir yer var; 38. sayfanın yedinci satırında "Birini sevmekle başlamıyor muydu, ilk kim söylemişse bin yaşasın." yazıyor. "Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" der Zülfü Livaneli. Bu da Dostoyevski'nin Budala adlı eserindeki baş karakter prens tarafından söylenmiş "beauty is a curse in the world"den alıntılanmış bir sözmüş meğer, yazarken öğrendim. Bakın işte okumak yazmak ne kaddaaaar da faydalı efendiler!

Okuyun, adam olun! Babanız gibi eşşek olmayın, ya da babanız her neyse ondan olmayın işte! Çünkü "Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin anasının kuzusu".


Bitirgen


Nasıl oldu da satın aldım Pala Hayriye'yi hatırlamıyorum. Kitabı da ablama bıraktığım için açıp bakamıyorum. Aldığım her kitabın başına satın aldığım tarihi ve yeri yazmak gibi bir alışkanlığım var. Bir de kitabı okumaya başladığım tarihi ve yeri, okumayı bitirdiğim tarihi ve yeri de yazıyorum. Kendime göre kitabın performansını takip ediyorum işte, manyaklık değil mi, serde mühendislik var ne de olsa! Eğer kitabı iki günde bitirmişsem "Ooo, çok akıcı, sürükleyici bir kitap" diyorum, aylarca elimde süründü gittiyse "Son pişmanlık neye yarar, olmadı yar, benden bu kadar" deyip gönderiyorum "kütüphaneye bağışlanacak kitaplar" arasına.

Pala Hayriye'yle öğrendim Figen Şakacı'nın varlığını. Şimdi hatırladım; Twitter'da Devin Özgür Çınar paylaşmıştı kitabı ve bir takipçisine "İlk kitabı Bitirgen'i de mutlaka okumalısınız." yazmıştı. Bunu gören gözlerim ellerimi tetikledi ve hemen "Bitirgen" yazdım akıl defterime. Evet, beynimin üç gram olduğundan daha önce bahsetmiştik, hafızam da çok hafif maşallah. O nedenle yapılacak işlerimi deftere yazıyorum, sahibinden akıllı telefonum bile yönetemiyor beni zira. Eski usül yaşamaya devam. Malum yapılacak iş -yani satın alınacak kitap- olarak yazdık kendisini deftere, zaten haftada iki-üç kez kitapçı ziyaretimiz de var, açık maddeyi kapatayım diye aramaya başladım kitabı ama bulmak ne mümkün. Her yerde "Elimizde yok ama sipariş veririz, on beş güne gelir." cevabıyla karşılaştım. On beş günler geçti, kitapçılardan haber yok. Velhasıl iki hafta önce D&R'ın "Yeni Çıkanlar(!)" rafında yan yana dizilmiş on adet Bitirgen'e rastlayınca kaptım hemen birini. Yayınevi değişikliği olmuş ve kitabın yeni baskısını İletişim Yayınları yapmış efendim. İyi de olmuş.

Aradığım bir kitabı elde etmenin coşkusuyla okunacakların önüne geçirdim Bitirgen'i ve okumaya başladım bu uzun hikayeyi. Tatilin ilk günlerinde de kitabı hemencecik bitirdim. Figen Şakacı'nın üçleme halinde yazacağı kitapların ilkiymiş meğer Bitirgen. Ben ikinciyle başlayınca okumaya bağlamak biraz zor oldu tabii. Bir ablası, bir de ağabeyi olan evin küçük kızının hikayesi bitirgen. Babasına duyduğu aşkı anlatan bir küçük kız... Hikayenin sonunda maalesef baba hasta oluyor ve ölüyor, bu da bu yazımızın spoiler'ı olsun.

Kitabı okumaya 28 Temmuz'da Kuşadası'nda başlayıp, okumayı 10 Ağustos'ta Datça Domuz Çukuru'nda bitirdim.Tatil esnasında bile okuyabildiğime göre -tatilde daha hızlı okuman lazım diye düşünmeyin, bu tatil öyle böyle bir şey değildi- kitabın performansını siz hesaplayın artık. Bu yüzden Bitirgen'i "her kadının mutlaka okuması gereken" kategorisine alıyoruz ve en kısa zamanda satın alıp okuyoruz canlarım. Sonra da serinin üçüncü kitabını merakla beklemeye başlıyoruz.

Öptüm baaaay!




6 Ağustos 2014 Çarşamba

Peri Gazozu


Okuyoruz efendiiiiğm, Temmuz ayı başladığından beri elimize geçeni, önümüze geleni okuyoruz. O kadar satın alıyoruz madem, arada bir okuyalım da yenilerini almaya yüzümüz olsun. Pazartesi günü kocam işyerinde mesai olayını biraz abartınca ben de kendimi Korupark'a attım ve D&R'da takıldım biraz. D&R'ın layout'unu değiştirdiklerinden beri her gidişimde çalışanlara saydırıyorum, "Yine bulamadım aradığım kitabı!" diye. Durduk yere insanın düzenini niye bozarlar onu da anlamış değilim, önceden elimle koymuş gibi bulurdum aradığımı. Evet, yaşlanıyorum, değişime direnç göstermeye başladım. Zaten üç gram aklım var, onu da "Hangi rafta kim vardı, ne vardı? Soyadına göre mi sıraladınız bunları?" diye düşünerek ziyan mı edeyim yani?

Böyle amaçsızca dolanırken Ercan Kesal'ın 2013 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkan Peri Gazozu isimli kitabını gördüm. Çıktığı dönemde çok satan olmuştu diye hatırlıyorum ya da bir şekilde gözüme çarpmış; malum haftada iki-üç kez kitapçı ziyaretimiz var, benim motivasyonum da bu cancağzım! Evet, şimdi okudun madem bunu, bana tez vakitte bir kitap hediye etmek durumundasın! Şaka şaka, ben alıyorum zaten, don't worry. "Okumak iptiladır." diye boşuna dememiş adamlar.

Kitabı anlatacaktım değil mi? Bak yine bol keseden harcadım kelimeleri klavyenin başına geçince. Tamam tamam sustum! Sen sus hiçbir şey söyleme, sen sus da gözlerin konuşsun -evet, Erdem'le takıla takıla (malum kendisi kocam olur) ben de serbest çağrışım moduna geçtim, körle yatan şaşı kalkar diye boşuna dememişler-.

Okuduğum son üç kitapta da (üçten bire doğru: Peri Gazozu, Sonun Geldi Sevgilim ve Eski Sevgililerinizden Kurbağa Yapılır)  Sezen Aksu -Özlem Kumrular'ın deyimiyle Sazan Aksu-'dan bahsediliyor. Son iki kitapta klarnetten bahsedilmiş. Bir de son yazımı "sevemediğğğm karagözlüm" diye bitirmiştim, Peri Gazozu'nda Şükran Ay bu şarkıyı söylüyor. Bunlar kitapta benim "kendimden bir şeyler buldum" dediklerim.

Kitabın bir de edebi gerçeklikleri var tabii... Öyküler çok güzel kurgulanmış, alakasız olaylar birbiriyle çok güzel bağlanmış ama son paragraflar olmasa daha iyiymiş; hep bir kıssadan hisse mesajı verilmeye çalışılmış gibi. "Anlatma, göster"in yerini, "Alın da burada verilmek istenen mesaj budur kara cahiller!" dercesine didaktik cümleler almış.

Öykü dilinin zamanıyla da ilgili bir problem var, kulağınızı tırmalıyor okurken. Bir cümlede -di'li geçmiş zaman kullanılırken bir sonraki cümlede son ekler -yor'a dönüşmeye başlıyor.

Gerçek hayattan kesitlerin yer aldığı, çok samimi bir kitap yazmış Ercan Kesal; kaybettiği babasına ithafen, içinde bolca onunla yaşadığı anları aktardığı. Bu nedenle "her erkeğin mutlaka okuması gereken" kategorisine alıyoruz kendisini hemen. Bu tespitleri de her yerde bulamazsın ayrıca sayın okur! Çünkü biz hızlı okuma yapmıyoruz, beğendiğimiz yerlerin altını çiziyoruz, okuduğumuzu anlıyoruz efendim.  

"Neee!" değil "Efendiiiiğm?".

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Sonun Geldi Sevgilim


Eviiiit sayın seyirciler, bir kitabı daha okumuş bulunmaktayım. "Okudun da ne anladın cicim?" diye sorarsanız "System Error: 404" mesajı alabilirsiniz, pek bir şey anlamadım açıkçası. Okusam da olurdu okumasam da. "Bu kitabı okuyunca hayatımda ne değişti? Bu kitaptan ne öğrendim?" diye düşünecek olursam -şöyle hızlıca bir kitaba göz atayım, bakayım bir yerlere not almış mıyım-, yok anacım, bir şey öğrenememişim. Ama emin olun kabahat benimdir, yoksa Tuna Kiremitçi önyargımla bir alakası filan yoktur kuvvetle muhtemel (!).

"TUNA KİREMİTÇİ'DEN ŞOK EDİCİ BİR ROMAN!" şeklinde büyük puntolarla reklamı yapılınca bir gaflet anında gerçekten şoka gireceğime inanıp kitabı satın almış bulundum, ama hiçbir şeye giremedim açıkçası. Hatta daha ben konuya giremeden kitap bitti. O yüzden oturup uzun uzadıya anlatacak anılarım yok bu kitaba dair. Konudan konuya, mekandan mekana zıplanmış -zaman ve mekan sıçraması yapacağım derken okurun aklı sıçratılmış-, roman olmuş sana çorba. Zaten bu sıcakta okunan kitaptan da ne hayır gelirdi onu da bilmiyorum. Uykumun öncesinde üç beş satır yazmak istedim sadece. Yeni ve lezzetli bir kitaba -o da nasıl bir şeyse artık, saman tadında filan herhalde- başlamak istiyorum en acilinden.

Hal böyleyken kitapla ilgili belki de daha önce hiçbirinizin fark etmediği birkaç tespitim var canlarım.

Hazır olun, bu kitabın sponsorlarını veriyorum: Nike, Zara ve Akmerkez! Bkz. sayfa 88 ve sayfa 208. Adam her şeyi, herkesi üstü kapalı anlatırken marka adı vermekten hiç çekinmemiş, bol keseden üfürmüş hatta, yersen. Aman dikkat kuzularım, sübliminali yedirmeyiz!

...and the second Oscar goes to Anton Çehov! İyi ki demiş "Birinci sahnede duvarda silah varsa ilerleyen sahnelerin birinde mutlaka patlar." diye. Bu cümle evrilmiş, çevrilmiş, mütemadiyen okura zerk edilmiş. Neyse ki orijinaline sadık kalınmış ve silah sonuna doğru ucundan da olsa patlatılmış -spoiler'ın da kralını veririm bebişim-.

Koskoca -234 sayfalık- kitapta, sadece iki bölümün altını çizmişim, bunlar da orijinal cümleler midir yoksa gizli montaj (!) mıdır bilinmez artık.

..."Peter Pan olmak, insanın kendi seçebileceği bir durum değil bence. Olmayan bir ülkenin pasaportuyla büyüklerin dünyasında vize almaya çalışmak, ancak delilerin kalkışabileceği bir iş. Bir bakıma bugünkü Küba gibi bir yer çünkü Peter Pan'ın ülkesi; herkesin unutmamızı beklediği bir mutluluk hayaline sadık kalmanın bedelini her gün ödediğimiz tuhaf bir açık hava müzesi. Asıl meyvesini artık sadece turistlere saklayan, hüzünlü bir cennet."...

 ..."Bir çocuğun babasını ağlarken görmesi önemlidir. Devlerin ve kahramanların gözyaşı çok şey öğretir insana"...

Ortaokuldayken bayılırdım Kumdan Kaleler dinlemeye, hatta o şarkıları Tuna Kiremitçi'nin söylediğini öğrendiğimde şoke olmuştum. Keşke hep öyle kalsaydı hatrımda. Sonra bir İclal Aydın konusu çıktı, "Ne allakkası var yaaa?" moduna geçtim. Sonra toparladı gibi oldu durumu. Benim de boşluğuma geldi, alıverdim kitabı ama yok anacım yok, sevemediiiiğğğğm karagözlüm... Bol vaktiniz varsa alın, okuyun.



3 Ağustos 2014 Pazar

Eski Sevgililerinizden Kurbağa Yapılır


Temmuz ayında kendimi kitap okumaya adamış olmam sebebiyle karşıma çıkan her kitabı satın aldım. "Aman da ben çok satan okuyamam canım" havalarında olduğum için (bu aralar çok satanların hepsinde Allah var, mazallah çarpılırım filan), kimsenin elini sürmediği kitaplar bana kalıyor genelde. Hatta bir ara Erdem ve Sertaç (biri kocam diğeri birlikte bot bağladığım devrem) "İlla gidip en kuytu köşedeki kitabı bulacaksın, bize hava mı atıyorsun çikooo?" cümleleriyle yüklenmeye başlamışlardı. Alakası yok canlarım, ne bulursam okuyorum ama genel olarak okumaktan ziyade kitap almayı seviyorum, o su götürmez bir gerçek (o da ne demekse artık).

Geçen gün dünyanın en komik olayına şahit oldum blogger aleminde. Fantastik kitaplar okuyan genç kızımızın biri, okuduğu kitaplar hakkındaki yorumları için videolar yayınlamaya başlamış. Düşünün artık, okumaya ne kadar isteksiz olduğumuzu! Biz millet olarak izlemeye yetenekliyiz anacım, yok yani, Kindle bile iş yapmadı canım Türkiyem'de!

Bu beşinci blog girişimim. Şu anda bu blogla birlikte yaşayan üç bloğum var. Diğer ikisinin katili benim, tamam teslim oluyorum suçlusu da benim (içime Fettah Can kaçtı, hemen çıkarıyorum). Bak mundar ettik hatunun kitabını iki dakikada. Böyle işte tüketim dünyası, tükettim ve bitti. Oturup bir de yorum yazacakmışım, peeeh! Siz okuduğuma şükredin! Bir havalar, bir havalaaaar... N'oldu bana yahu, tatilsizlikten beynimi yaktım sanırım, elimizde en son o kaldı çünkü, benzin bitti.

Gelelim birinci baskısı Haziran 2014'te Yitik Ülke Yayınları'ndan çıkan Özlem Kumrular'ın Eski Sevgililerinizden Kurbağa Yapılır isimli kitabına... Hatun kişinin http://ozlemkumrular.blogspot.com.tr/ adresindeki blog yazılarından derlenmiş bir kitap olur efendim kendisi tam olarak. Prensip olarak daha önce bir yerlerde yayınladığı yazılarını kitap haline getiren ve nakde dönüştürmeyi hedefleyen yazarlara karşıyız efendim, (bkz. Yılmaz Özdil, Elif Şafak, Perihan Mağden, Ece Temelkuran, ve diğerleri) yemezleeer! Amma velakin bu kitabın gelirinin Soma'ya bağışlanacağı söylenmiş. O nedenle istisnalar kaideyi bozmaz, kurunun yanında yaş da yanmaz diyor ve okuyoruz ciğerim.

Kitapta direkt bir editör ismi göremedim ama "Düzeltici" başlığı altında bazı arkadaşlarımızın ismi var. Sevgili Genel Yayın Yönetmeni Kadir Aydemir'e seslenmek istiyorum (serbest kürsü ya burası!), abicim direkt kopyala-yapıştır yapmasaydınız keşke cümleleri blogtan. 86. sayfada aynı paragraf iki kez yazılmış. 101. sayfanın son cümlesinde iki kez "yine" kelimesi kullanılmış. 155. sayfanın son paragrafının ikinci satırındaki cümlede iki kez "bana" kelimesi kullanılmış. Dandik bir blog yazısında bile bir sürü hata bulunan benim, kitap editlemek haddime değil tabii ki de ama ben bile fark ettiysem düşünün artık... Böylesine hayran olunacak bir kariyere sahip, bilmem kaç tane dil bilen bir yazarın adının daha kaliteli işlerle anılması lazım sanki. Ama sonuç olarak niyet çok iyi, biraz aceleye gelmiş sadece o kadar. Okuyalım, okutalım efendim.

Dipnot: Özlem Kumrular, Bahçeşehir Üniversitesi akademisyenlerinden. 40 yaşında, bekar ve yayınlanmış 19 kitabı var. Olmayan bazı organlarını sırt çantasında taşıyor yani.