23 Eylül 2014 Salı

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü


Dünya'nın en dar evinde İsrail asıllı yazar Etgar Keret'in yaşadığını biliyor muydunuz? Ev, Varşova'da iki apartmanın arasındaki boşluğa yapılmış ve en dar noktası 92 cm, en geniş noktası ise 152 cm. Keret House linkine göz attıktan sonra, eşyalarınızı bir türlü sığdırmayı başaramadığınız 180 m2'lik evlerinizi gözden geçirin derim.

Etgar Keret kitaplarından ilk olarak, Siren Yayınları tarafından yayınlanan Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nü okudum. Kitap, 2010 yılında, ntvmsnbc tarafından Yılın En iyi 50 Kitabı arasına seçilmiş. İsmini, içindeki hikayelerden birinden alıyor. Keret eserlerinin geneli için bu şekilde bir isimlendirme yapıldığını söyleyebiliriz aslında.

Kitap yirmi bir adet kısa, bir adet de uzun hikayeden oluşuyor. Keret'in dili, fantastik fikirlerle bezeli. Nadir bulunan güzellikte bir kara mizah; çok net ve duru. İnsanı mutlu ediyor ama neden mutlu olduğunu anlayamıyorsun. Özellikle kitabın sonunda yer alan, sadece intihar eden insanların gidebildiği yerle ilgili öyküler beni çok etkiledi. İntihar edip bu dünyanın sorunlarından ve sıkıcılığından kurtulacağını zannedenlerin, kendilerini daha da sakin ve bunaltıcı bir yaşamda bulmaları fikri şaşırtıcı gerçekten. Nasıl bir hayal gücüyse, ne yenip ne içiliyorsa artık, okuyucu çok geçmeden yazarın dahilik ile delilik arasında bir yerlerde olduğuna kanaat getiriyor.

Gelelim bu güzel kitapları dilimize kazandıran güzel insan Avi Pardo'ya. John Fante ve Charles Bukowski yazılarını ve şiirlerini Türkçe'ye çevirmesiyle tanınan Pardo, çevirilerinde Türkçenin argosunu, sokak ağzını kullanarak yazarın üslubundaki serseriliğe, bıkkınlığa, umursamazlığa dikkat çekerek yazarla bütünleşen bir üslup oluşturmuştur.

Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nü, yurt dışı seyahati nedeniyle o şehirden o şehre sürüklenirken yaklaşık bir haftada okudum. Aslında bir gecede bitecek kadar sürükleyici hikayelerden oluşuyor. Eve dönüş yolunda da Buzdolabının Üstündeki Kız'ı okumaya başladım arayı soğutmamak için. Dün de D&R'dan bulabildiğim diğer tüm Keret kitaplarını aldım. Bu ara Keret'ten gideceğiz sanırım.

Farklı tarzlar okumaya ihtiyacı olan herkese şiddetle -o da nasıl oluyorsa artık- tavsiye ederim!

Beni Etgar Keret'le tanıştıran Hakan Akdoğan'a sonsuz teşekkürlerimle...



13 Eylül 2014 Cumartesi

Kambur


Yok yok, adam olmaz benden. Doğduğundan beri sol beynine yatırım yapılmış insan zorlayaaaa zorlayaa ne kadar yol kat edebilir ki sağ beynini parlatma konusunda? Ablam ne kadar matematik biliyorsa ben de o kadar edebiyat biliyorum işte! Sahi siz henüz ablamla tanışmadınız değil mi? Yol yakınken ilk çıkıştan acilen uzaklaşabilirsiniz... Ablam -tek kişilik dev kadro, on numara insan, mobil çoklu kişilik-, lise birinci sınıfta fizik öğretmeni tarafından tehdit edilmiş bir insan; "Dili seçersen seni dersten geçiririm, sayısalı seçeceksen sınıfta bırakacağım". O derece barışık fen bilimleriyle! İşte o ne kadar başarabiliyorsa hesap kitap işlerini -tanıdığım en hesapsız insan olduğu için ayrıca severim, gizli ajandası yoktur, her şeyi paaat diye yüzüne kusuverir-, ben de o kadar becerebiliyorum edebi metinleri algılamayı.

Orta ikinci sınıfta edebiyat öğretmenimiz "Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur." atasözüyle ilgili bir kompozisyon yazmamızı istemişti yazılıda. Ben de oturup devenin ota tutunması durumunda otun onu taşımayacağını ve bunun bir sonucu olarak da uçurumdan yuvarlanacağını yazmıştım. Düz mantık işte; metaformuş, atasözüymüş hiç işim olmaz. Anlamayabilirim çünkü. Ama bu fiyaskodan sonra, kişisel gelişimim için biraz kitap okumaya başladım ve atasözlerinin anlamlarını annemden öğrenmeye çalıştım. "Biz daha iyisini verene kadar elimizdeki malın en iyisi budur caeniiim" durumu söz konusu yani!

Gelelim okuduğumuz kitaba... Hasan Ali Toptaş'tan Bin Hüzünlü Haz'ı okumaya başlamıştım aslında. Ama 40. sayfaya geldiğimde kitabı anlayamadığımı fark ettim. "Önce internetten yazar hakkında biraz araştırma yapayım, ondan sonra daha rahat okur, daha iyi anlarım." Evet, bazen kendimle konuştuğum doğrudur. O arada da elime Şule Gürbüz'ün İletişim Yayınları'ndan çıkan Kambur isimli kitabı geçti. Kitabın 92 sayfa olmasının da elime geçmesiyle bir ilgisi olabilir, kim bilir?

Kitap 92 sayfa ama içerik 40 sayfa takriben, günlüğün başladığı bölümden sonra kitabı 15 dakikada bitirebilirsiniz. Tek lokmada yutmalık dediğimiz türden. İçeriğe gelince... İletişim'in redakte ettiği en iyi kitap ödülünü veriyorum, Belce Ünüvar'a da ayrıca teşekkürler. Zira son dönemde çok fazla İletişim kitabı okudum ve çoğunda bolca redaksiyon hatası vardı.

Kitapta altını bastıra bastıra çizdiğim çok güzel cümleler var, "#quoteoftheday" hashtag'ini fazlasıyla hak eden. Bu cümlelerin her birinden apayrı öyküler yaratabilir insan.

"Akıl hiçbir yere varmayınca, duvara yazı olur."

"Ölen kim ise, onun yaşamının müziği cenazesinde çalınmalı, çünkü insana doğumundan ölümüne dek bir müzik eşlik eder. Dengesiz bir yaşamda suç, o kimsenin müziğindedir."

"Birisinin ölümüne üzülmek bile, o kimse için bambaşka bir ölüm düşlediğiniz içindir."

"İradem, tutsak olduğumu anlama özgürlüğümdür."

"İnanç, bilmediği halde şüphe etmemek; ötekiyse, bilmediği halde şüphe etmektir."

Şule Gürbüz'ün 1992 yılında yayınlanan ilk romanı Kambur, kitabın arka kapağında Murat Belge'nin de belirttiği gibi "Olgun bir yazarın elinden çıkmış, acemiliği, sakarlığı olmayan, olgun bir metin".

8 Eylül 2014 Pazartesi

Atanamayanlar


Ağustos 2014'te Okuyan Us tarafından ilk baskısı yapılan Başar Öztürk (bÖ!)'ün ilk romanı Atanamayanlar'ın ben aynı ay içindeki dördüncü baskısına yetişebildim sayın seyirciler. Pucca, French Oje gibi blog aleminin fenomenlerini yaratıp, bunları da edebiyat dünyasına dahil etmeye çalışınca Cem Mumcu tavır almıştım aslında Okuyan Us'a ama bu yaz yayınladıkları Onur Gökşen'in Muazzam Bey'in Değersiz Hayatı isimli kitabıyla yine fethetmeyi başardı gönlümü. Ben de bir şans daha verip "Üç Günlük Dünya Edebiyatı" serisini okumaya karar verdim, zira manifestoları çok babaydı.

Başar Öztürk'ün romanı iki bölümden oluşuyor; Teğetler Üçgeni ve Teğetler Arşivi. Ben en çok "Teğet III: Hayatsız Gömlek Cebi" kısmını beğendim, yanını yıldızlamışım hemen. Kitabı okumaya 1 Eylül'de başlayıp 7 Eylül'de de okumayı bitirdim. Kitabın akıcılığı konusunda bir önyargı edinmeden önce, geçen haftaki okuma performansımın oldukça düşük olduğunu da göz ardı etmeyelim lütfen.

Kitabın ana karakteri Ülgen, devlet dairesinde memur. Bayburtlu  ve korkuyor. Hikmet Bey'in hayatını karartmak üzere göreve atanmış sanki... Necla'ya aşık. Daha iyi bir kuruma geçmek isteyen Ülgen, sürekli sınava hazırlık kitapları alıyor, ders çalışmak üzerine programlar yapıyor ama bunların hiçbirine uymuyor tabii ki de! Nihat, Hikmet Bey'in oğlu... Bir ara "Acaba Ülgen ve Nihat aynı karakter mi?" diye düşünmedim değil hani.

Geçen hafta Hakan Hoca'yla Yaratıcı Yazarlık Atölyesi'ne başladım dördüncü kez. Algılarım açıldı haliyle. Bir sayfayı dikkatle inceleyince bir kaç hata buldum kitapta art arda. Kitabı sonuna kadar okumak için devamını irdelemedim, hızlıca okuyup geçtim. Bkz. 41. sayfanın üçüncü paragrafında, "Ajanda ile başlayan değişim, hayat bilgisi eğitimi ile devam etmiş, "amca" kimliği ile ise bambaşka bir ivme kazanmıştı." cümlesinde iki bağlaç peş peşe kullanılmış. Bunlardan biri fazla gibi, sizce hangisi? Bu cümleden sonraki cümle "Kendine olan güvenini yeniden kazanıyordu.". Art arda gelen iki cümlede aynı kelimeler kullanılmış; bu da metinde tekrarlara düşülmüş hissi uyandırıyor okuyanda.

"Çayın bile çözemeyeceği sorunları vardı." metaforu benim kitapta en beğendim yer oldu açıkçası, malum bizim her anımıza çay eşlik eder. Modern dünyanın Tutunamayanlar'ına bol bol gönderme yapan Başar Öztürk'ün en güzel tespiti de sosyal medyayla ilgili olmuş.

"Bügün insanlar cenazelerinin sosyal ağlara koydukları bir fotoğraf gibi değerlendiğini göreceklerini bilseler, hepsi patır patır intihar edip cenazelerinin altından bunu kaç kişi paylaşmış, kaç kişi beğenmiş, kaç kişi yorum yapmış, öbür taraftan buna bakarlardı."


"İlk yaşamımdı, acemiliğime geldi." diyen Başar Öztürk'e "İlk romanındı, acemiliğine gelmiş." demek istemiyorum ama Y jenerasyonunun Oğuz Atay'ı olmayı da beklemesin lütfen.

Vaktiniz varsa okuyun efendim.

Kendi Stilini Yarat


Bana göre kitaplar ikiye ayrılır; okumak istediğiniz kitaplar ve okumak zorunda olduğunuz kitaplar. Birinci kategoriyle ilgili sıkıntı yok, zaten onları severek okuyorum. Ama ikinci kategoride biraz sıkıntı yaşadığım gerçek. Çünkü bu kitaplar genellikle kişisel gelişim kitapları oluyor. Rüzgar Mira Okan'ın 2013 yılında Alfa Kitap'tan çıkan Kendi Stilini Yarat isimli kitabı da aslında bahsettiğim bu ikinci kategoriye girer diye düşünüyordum.

5 Eylül 2014 Cuma günü Rüzgar Mira Okan çalıştığım firmaya gelip bizi "Profesyonel İş Hayatında Kadın Olmak, Kişisel Marka ve Kişisel İmaj Yönetimi" konusunda bilgilendirdikten, konuya biraz yakınlaşmamızı sağladıktan sonra fikrim yüz seksen derece değişti sayın okur! Bugüne kadar yüzlerce eğitim almış bedenim böylesini de görecekmiş meğer! Rüzgar Hanım bize vücudumuzun matematiğini öğretti. Eee... Ne de olsa serde mühendislik var onda da! Bu yazıyı eğitimi almadan önce daha farklı yazdığımı itiraf etmek zorundayım. Zaten önyargılarımız değil mi bizi bitiren? Şimdi edebimle devam ediyorum usul usul.

Bir kere kitaba edebi eser, kutsal kitap muamelesi yapmak tamamen yersiz; kitabın düzlemi bunun üzerine değil. Kitap rüküşlükte sınır tanımayanlarımız, nerede nasıl giyinmesi gerektiğini hala ayırt edemeyenlerimiz için yazılmış "Vücudumuzu Tanıyor ve Ona Göre Giyiniyoruz for Dummies" ayarında. Eğer kişisel marka oluşturmanın, stil sahibi olmanın derdine düştüyseniz temel eğitiminiz için bu kitabı mutlaka edinin.

Eğitimi de aldığım için tabii ki de bende kitaptaki bilgiden daha fazlası var ama durduk yere insanlara girişimcilik ilhamı vermemek adına ve her önüne gelenin kendini moda ikonu zannetmesi ama stilinin olmaması sebebiyle öğrendiklerimi daha fazla açık etmiyorum.

İşte size Rüzgar Mira Okan'dan "Kadınlar için Gardırobun Olmazsa Olmazları" diyor, iki Rüzgar Mira Okan atasözüyle yazıma son veriyorum.

  1. Siyah günlük elbise
  2. Siyah kokteyl elbisesi
  3. Siyah gece elbisesi
  4. Siyah etek
  5. Siyah pantolon
  6. Blazer ceket
  7. Koyu mavi / lacivert taşlanmamış jean
  8. Siyah / camel / krem manto
  9. İpek bluz
  10. Beyaz gömlek
  11. İnci kolye ve küpe
  12. Büyük bir broş
  13. Beyaz tişört
  14. Spor ayakkabı
  15. Sandalet
  16. Siyah stiletto
  17. Nude topuklu ayakkabı
  18. Clutch
  19. Büyük deri çanta
  20. Orta boy deri çanta
  21. İnce deri kemer
  22. Truvakar kollu ceket
  23. Deri ceket / mont
  24. Pantolon-ceket takım elbise
  25. Kaşmir kazak
  26. Balıkçı yaka siyah kazak
  27. Trençkot
  28. Siyah bot / çizme
  29. Düz ayakkabı
  30. Kanvas pantolon
  31. İpek fular
  32. V yaka uzun kollu triko
  33. Siyah hırka
  34. Kırmızı / beyaz / krem / devetüyü rengi elbise
  35. Klasik ve spor iki saat
  36. Parfüm
  37. Siyah eyeliner ya da dipliner
  38. Şeftali / pembe rengi allık
  39. Ton düzenleyici fondöten ve pudra
  40. Gözaltı kapatıcısı
  41. Nude ve kırmızı ruj
  42. Breton tarzı çizgili tişört
  43. Laser kesim külot
  44. Siyah ve beyaz sutyen
  45. Güneş gözlüğü
  46. Deri eldiven
"Az olan çoktur."

"Gold digger olmayın, goal digger olun!"

2 Eylül 2014 Salı

Sinek Isırıklarının Müellifi


Benim bu kitabın adını uzunca bir süre "Sinek Isırıklarının Mükellefi" diye okumam ve daha geçen hafta "Ya ne saçma bir kitap ismi bu, ne demek istemiş acaba bu adam?" diye Google'da arama yaparken Google'ın beni "Bunu mu demek istediniz: sinek ısırıklarının müellifi" şeklinde düzeltmesi de hoştu gerçekten. Durduk yere güldüm kendime, kör görmez, cahil bilmez, uydurur versiyonu oldu benimkisi! Tabii "müellif" kelimesini o güne kadar cümle içinde kurmayı geçtim, herhangi bir yerde de okumadığım için anlamını bilmiyordum. Öğrenme arzumun doruklara ulaşması, bilmediğim bir şeyi duymama bağlı olduğu için hemen araştırmacı kişiliğime geçtim -bir ben var benden içeri- ve TDK (bilmeyenler için Türk Dil Kurumu)'nın Türkçe sözlüğünde arattım kelimeyi. Sözün özü "yazar" demekmiş müellif, yani Sinek Isırıklarının Yazarı aslında bu kitabın ismi, cem-i cümlenin anlayacağı şekliyle!

Barış Bıçakçı'nın 2011 yılında İletişim Yayınları tarafından yayınlanan kitabı Sinek Isırıklarının Müellefi'nin ben dördüncü baskısına denk geldim ve Pazar sıkıntısıyla okumaya başladım. Kocam bu aralar mütemadiyen (sabah-akşam, Cumartesi-Pazar) işte olduğundan ben de kitaplara sardım. Bir de televizyonu tamamen hayatımdan çıkarınca, kitap okumak için bir boşluk oluştu. Sanırım bu yaz Temmuz-Ağustos aylarında hayatımın kitap okuma rekorunu kırdım. Böyle de bıkmadan-usanmadan devam eder umarım. Çünkü sadece benim kütüphanemde okunmayı bekleyen yüzden fazla kitap var. Okuyamadıklarım için üzülüyorum, bir yandan da durmadan yenilerini satın almak istiyorum. Okuyamayınca hayattan bir şeyleri kaçırıyormuşum gibi hissediyorum. Böylesine deli bir ruh hali işte benimkisi de!

Kitap daha ilk cümlesiyle vuruyor sizi; "Çoğu zaman her şey önceden bellidir; mucize, evin bugün yarın ölecek kedisidir." Cemil, kırk beş yaşında ve Nazlı'yla evli. Metin ve İlhan en yakın iki dostu. Altı yaşındayken annesini, yirmi yıl önce de babasını kaybetmiş. Babasını ameliyat olmaya o zorluyor ve babası ameliyat masasında kalıyor. Hastanede babasından kalan eşyaları toplamaya çalışırken Nazlı'yla tanışıyorlar. Nazlı doktor. Ankara'da toplu konutlardaki bir artı bir evlerinde yaşıyorlar. Cemil, büyük bir inşaat şirketinde yükselmesi beklenirken birdenbire evde oturmaya başlayan bir adam. Kitap okur, kitap yazar, kitabını yayınevine gönderir ve yayınevinden haber bekler.

Barış Bıçakçı'nın ilk Herkes Herkesle Dostmuş Gibi isimli kitabını okumuştum. Sinek Isırıklarının Müellifi de yine bir İletişim kitabı, yine bir Ankara romanı. Kitabı iki günde okudum. Bu ara kitap okuma hızımdaki artış takdire şayan gerçekten, zira 2 ayda 22 kitap bitirmişim! Sabahlar olmasın...

Kitapta altını çizdiğim ve alıntılanabilecek çok fazla cümle var. Onları buraya alt alta eklesem upuzun bir yazı olur; intihal vakası yaratırız durduk yere. Yayıneviyle papaz olmayalım sonra! Ama aralarında bir tanesi var ki neden blog yazarlığı yapmaya çalıştığımın da ifadesi aslında.  

"Siz de bilirsiniz, anlatmaya değer şeyleriniz olduğunu, bir gün bunları anlatacağınızı, yazacağınızı düşünmek ne güzeldir ve bu düşünce bir kez yer etti mi nasıl da perişan eder insanı! Şu dünyadaki en yüksek mertebe olan okurluk mertebesi size yetmemeye başlar. İnsan olmak size yetmemeye başlar. Dünya olmak istersiniz." 

Bu kitabı okuyun, atıfta bulunulan kaynakları da okuyun, sonra da ihya olun. Kimler yok ki aralarında?

Nabokov (Ada ya da Arzu, Lolita), Carson McCullers (Yalnız Bir Avcıdır Yürek), Julio Cortazar (Ayak İzlerinde Adımlar, Mırıldandığım Öyküler), Mehmet Günsür (İçeriye Bakan Kim?), Oktay Rifat (Güve Yenikleri), Sabahattin Kudret Aksal (Gazoz Ağacı), Yusuf Atılgan (Bodur Minareden Öte, Saatlerin Tıkırtısı), Turgut Uyar (Kırlardan Geliyorlar), René Char (Seçme Şiirleri), Ahmet Hamdi Tanpınar (Bir Tren Yolculuğu), Abdülhak Şinasi Hisar (Çamlıca'daki Eniştemiz), William Faulkner (Ses ve Öfke, Döşeğimde Ölürken), Elias Canetti (Körleşme), Jerome David Salinger (Franny ve Zooey, Muz Balığı için Mükemmel Bir Gün), Virgina Woolf (Dalgalar, Mrs. Dalloway), Memduh Şevket Esendal (Otlakçı), Sabahattin Ali (Kürk Mantolu Madonna), Vüs'at O. Bener, Füruğ Fehruzzad (Sonsuz Gün Batımında), Orhan Kemal, Adalet Ağaoğlu (Hadi Gidelim), Italo Calvino (Marcovaldo, Kentte Mevsimler).

"Yazmak bir bakıma anlatılmaya değmez olanı anlatmaktır. Böylelikle anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir."