30 Ağustos 2014 Cumartesi

Doğa Tarihi


420 aylık bir bebek Doğa. Evine yedi dakika uzaklıktaki plazanın eksi yedinci katındaki camdan odasında, camdan bir dünyada, yaşama savaşı veren, yolun yarısını devirmiş bir bebek. Babası annesine "Ben başkasını seviyorum." dediği günden beri, yeni taşındıkları akıllı evlerinde annesiyle birlikte yaşıyorlar ve babası da eski evlerinde Doğa'dan iki yaş büyük sevgilisiyle birlikte yaşıyor. Annesinin yaşamı tahta mutfak masasında, eski eşinin bir gün ona döneceği fantezileri kurmaktan ve Doğa'nın teyzesiyle bu fantezileri çeşitlendirmek üzerine yaptıkları buluşmalardan ibaret. Babası inşaat işiyle uğraştığı için tehditler almakta. Doğa, görkemli kutlamalarla taçlandırdığı ve her kutlamanın Facebook'ta bir fotoğrafını paylaştığı otuz beşinci doğum gününde, annesine yalan söyleyerek babasıyla görüşüyor ve babası ona her an her şeyin olabileceğinden bahsederek banka hesapları hakkında bilgi veriyor.

Ne oluyorsa da bu otuz beşinci doğum gününden sonra oluyor zaten, çorap söküğü gibi ardı arkası kesilmiyor olayların. Doğa'nın gün geçtikçe aynada kendini beğenmez hale gelmesi, işyerindeki en büyük rakibesi Alev'e karşı duyduğu hırs, patronu Cengiz Bey'in gözüne girme çabaları, çakma sevgilisi Onur'un yerinde hep eski sevgilisi Ulaş'ı hayal etmesi, spor salonundaki hocası Engin'le olan hayalleri, cilt doktoru ziyaretleri, babasının ölümü, küçük adamların ortaya çıkması hep bu otuz beşinci doğum gününden sonra oluyor.

Hakan Bıçakçı'nın 2014 yılında İletişim Yayınları tarafından yayınlanan romanı Doğa Tarihi'ni, bu hafta içi, kocamın yine fazla mesaiye hapsolduğu bir akşam yaptığım Korupark ziyareti esnasında satın almıştım D&R'dan. Dün okumaya başladım, bugün öğle saatlerinde de bitirdim. Hikayenin hayatlarımızla özdeşleşmesi sebebiyle deyim yerindeyse "su gibi akan, bir solukta okunan" bir roman. Daha önce Hakan Bıçakçı'nın Ben Tek Siz Hepiniz isimli kitabını okumuş ve aslında dilini beğenmemiştim. Ama her insan hayatta ikinci bir şansı hak eder değil mi? Zaten o kitabı da, Hakan Bıçakçı Akkılıç Kütüphanesi'ne söyleşiye geleceği için kendisi hakkında bir fikrim olsun diye çok kısa bir sürede okumuştum. Belki de ben anlayamamışımdır o zamanlar kendisini.

Akıllı evlerinde, akıllı telefonları ve akıllı bilgisayarları ile yaşamaya koşullandırılmış 21. yüzyıl insanını öyle güzel izlemiş ki Hakan Bıçakçı, kitapta geçen betimlemelerde bu gözlemlerin farkına varmamak imkansız. Erkek bir yazarın, kadın bir karakter yaratması yazarlık mesleğinin en zorlu işlerinden biridir herhalde. Ama Hakan Bıçakçı bu zorluğun öyle güzel üstesinden gelmiş ki kitap tanrı bakış açısıyla yazılmış olmasına rağmen kitabın son sayfasına kadar kitabı Hakan'ın değil, Doğa'nın yazdığını düşünüyorsunuz.

Kitap Eski Ayna, Yeni Ayna ve İki Ayna Arasında başlıklı üç bölümden oluşuyor. Eski Ayna, Doğa'nın henüz göğüslerine silikon yaptırmadığı bölüm. Yeni Ayna, Doğa'nın göğüslerinin silikonla şişirildiği ama ruh sağlığının kötüye gittiği bölüm. Üçüncü bölüm İki Ayna Arasında ise tamamen araf; hem Sepultura T-shirt'üyle gezdiği, eski punkçı günlerini özlediği, hem de tüketime odaklanmış yeni yaşantısından vazgeçemediği iki yaşamın arası.

Aslında kitap hakkında yazılabilecek çok fazla şey var ama bunların bir çoğu daha önce başkaları tarafından yazılmış. Ben kitabı okumadan önce bu yazıları okumuştum ve okuduktan sonra da yazanlarla aynı fikirlere sahip olduğumu söyleyebilirim. Eğer bu kitabı okuyacaksanız bu yazılara, röportajlara göz atmadan okumaya başlamayın derim.

Pembe Panjurlu Distopya

Plaza Kadını Üzerinden İnsanlık Eleştirisi

Kendine Ait Bir Cam Oda

Hakan Bıçakçı'dan Bir Hayalet Hikayesi

28 Ağustos 2014 Perşembe

Erteleme Sanatı


Bilen bilir, bir zamanlar Yekta Kopan hayranıydım. Bir kaç yıl önce Bursa TÜYAP Kitap Fuarı'ndaki söyleşisine de koşarak gitmiştim. Beklentim çok yüksekti sanırım, ne oldu hatırlamıyorum ama söyleşiden sonra hayranlık fazından takipçilik fazına geçtim ve Fil Uçuşu isimli bloğunda paylaştıklarını izlemeye başladım.

John Perry'nin Sel Yayıncılık'tan 2014 yılında yayınlanan kitabı Erteleme Sanatı'nın varlığını da Yekta Kopan sayesinde öğrenmiş oldum. Geçtiğimiz Pazartesi günü, eşimin yine işten geç çıkması nedeniyle yaptığım AVM ziyaretinde kitabı D&R'dan satın aldım. Bir kitap daha aldım aslında ama onu da okuduktan sonra paylaşayım. Şimdiden fragmana girmenin hiçbirimize faydası yok!

Kitabı hemen okumaya başladım, zira merak ettim; "Benim gibi bir ertelemeciye nasıl faydası olabilir ki?" diye. Ama adı üstünde işte; Oyalanma, Savsaklama ve Kaytarma Rehberi! Yekta Kopan'ın da yazıdığı gibi "Daha ilk bölümden beni kendimle yüzleştiren kitap!". Utanmasam kitabın tüm satırlarının altını çizecektim. Ertelemeci olduğumun farkındaydım ama bir erteleme profesyoneline dönüştüğümü bilmiyordum. John Perry'nin örnekleri birebir benim  hayatımdan olduğu için bu konuda da rüştümü ispat etmiş oldum.

Kitap, Mark Twain'in "Bugünün işini yarına bırakma, mümkünse yarına bırak." sözüyle başlıyor ve bizi akrasia, yatay düzenleme, görev triyajı ve eksik sağ parantez bozukluğu gibi yeni kavramlarla tanıştırıyor. John Perry, sistematik erteleme ve mükemmeliyetçilik arasında öyle güzel bir bağlantı kuruyor ki adeta ertelemeci olduğunuz için kendinize tapacak moda girmeye başlıyorsunuz. Yazar, kitabın 46. sayfasında bir Japon yönetim felsefesi olan Kaizen'e değiniyor. Açıkçası bu konuya nasıl geldik idrak edemedim ve "Yine mi iyileştirme, kaç kaç kaç!" naralarıyla okuyup geçtim satırları. 

"Biz sistematik erteleyiciler çalar saatleri durdurmaya, sonra da arkamızı dönüp uykuya dönmeye meyilli olabiliriz."

Eğer siz de sabahları uyanmamak için saati durmadan erteliyorsanız, yapılacak işleriniz için listeler oluşturuyor ve tamamladıklarınızın üzerini itina ile çiziyorsanız bu kitap tam size göre demektir.

Ertelemeyin, okuyun!

27 Ağustos 2014 Çarşamba

Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun


Geçen hafta Şeyda Coşkun'la detoks ve diyet programına başladım, kendisinin bundan haberi yok tabii ki de. İnternetten bulduğum belki de Şeyda Coşkun'a ait bile olmayan bir listeye talim ediyorum günlerdir ve her gün net iki saat mutfak mesaim var. Evliliğimizin bir yılını doldurmak üzereyiz ve son bir hafta yerine evliliğimizin başından beri aynı mutfak mesaisini yapsaydım hem bugün bu diyeti uygulamak için kasıyor olmazdım, hem de kocamın benim hakkımdaki fikirleri daha farklı olurdu kuvvetle muhtemel.

"Bir haftada tartıda bir değişiklik var mı?" diye soracak olursanız yaklaşık 1-1,5 kg vermiş durumdayım -saatine göre tartıda gördüğüm değer değişiyor-. Tartı kısmı açıkçası çok da umurumda değil ama son bir haftada yediklerimi annem görse kahrolurdu herhalde kadıncağız, çünkü ben dereotu, yeşil biber, menemen, dolma, patlıcan, yeşil mercimek yemem ve bunların hepsini şu sıralar bol bol tüketmekteyim!

Sadece diyet yapmak yeterli olmuyor arınmak için, aynı zamanda her gün en az 1 saat yürümek de gerekiyor. Hal böyleyken biz de dün akşam yürüyüşe çıktık ve Ezgi Kitabevi'nde mola verdik. Ezgi'de kitapları neye göre tasnif ettiklerini anlamaya çalışıyordum kaç zamandır. Dün akşam yayınevi odaklı kitap aradığım için durumu çözmüş bulunmaktayım. Ne yazarın soyadına ne de kitabın adına göre sıralıyorlar canlarım, sadece ve sadece yayınevine göre sıralama yapıyorlar. Son günlerde İletişim Yayınları algımın aşırı derecede açılması nedeniyle yayınevinin rafına gidip üç İletişim kitabı daha aldım. "Okumak iptiladır"ı, "İletişim müptela yaratır" olarak değiştirmek zorunda kalacaklar yakında, farkında değil adamlar.

Bu üç kitaptan biri de Hatice Meryem'in birinci baskısı 2002 yılında İletişim Yayınları tarafından yayınlanan kitabı Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun'du. Alper Atalan'ın Çok kısa bişi anlatıcam'ını bitirdikten sonra okumaya başladım kitabı.

Kitap "Ben bir ...'nın karısı olsaydım eğer..." cümlesiyle başlayan ve Hatice Meryem'in birilerinin karısı olduğunu kurguladığı fantezik dünyasına dair bize ışık tutan kısa hikayelerden oluşuyor. Aynı zamanda Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından oyun olarak da sergilenmekteymiş efendim.

95 sayfalık, bir lokmada okunup bitirilecek kitap, uyku öncesi herkese tavsiye edilir.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Çok Kısa Bişi Anlatıcam


Sadece 5 gününü kullanabildiğim yıllık iznimden eve döner dönmez kendimi Bursa'nın en cici kitapçısı Ezgi Kitabevi'ne attım. Aslında bu cümleyi "Soluğu gelir gelmez Ezgi'de aldım." diye de kurabilirdim. Hani bir şeyleri kendimizle özdeşleştirdikten sonra onlara samimi isimler koyarız ya, o bağlamda işte. Ezgi Kitabevi'ni her hafta en az bir kere ziyaret ediyoruz. Bir de evimize yakın bir konuma BKM (Bursa Kitap Merkezi) taşınmış, aman da aman, tadından yenmez artık buralar ! Bursa'da yaşayan Egeli züğürdün tesellisi de ancak böyle olabiliyor işte.

İçinden kitap ayracı çıkan kitaplara bayılıyorum. Artık nasıl bir travmanın açıklamasıysa bu, ben de böyle bir manyağım işte, beni ayraçla tedavi edin. İletişim Yayınları son günlerde yayınladığı kitapların içine ayraçlarını da koyuyor. O yüzden İletişim'ci oldum diyebiliriz, okumak iptiladır! Zaten şimdiye kadar olan blog post'larımın çoğunluğu da İletişim'den. Yalnız nefret ettiğim şöyle de bir özellik var; kitap fiyatlarının arka kapağa etiketle yapıştırılması! Gerçekten bu duruma uyuz oluyorum ve o etiketleri sökmeye çalışırken harcadığım enerjiyi başka şeye harcasaydım filinta gibi delikanlı (!) olurdum şimdiye kadar. Buradan İletişim Yayınları'na notum olsun; lütfen siz de Can Yayınları gibi kitapların arka kapaklarının sol alt köşesine fiyat bilgilerini yazın ve kitapları öyle yayınlayın. Çok mağdurum sevgili İletişim!

Devam edelim kanka, bekleme yapma!

Upuzuuun bir girişten de anlaşıldığı gibi, Alper Atalan'ın Sanal Uyku ve Mart'tan sonra üçüncü kitabı Çok kısa bişi anlatıcam'ı Ezgi Kitabevi'nden satın aldım. Mart'ı yine Ezgi'den satın almış ve okumuştum daha önce. Ama "Ne hatırlıyorsun bacım?" derseniz şu an pek bir şey yok bellekte. Kitap da kesin ablamdadır yine! Bizde kitaplar kardeşten-ablaya, abladan-kardeşe doğru akıyor.

Evimin hanımı, kocamın karısı, işimin kölesi olmama rağmen hafta sonunun getirdiği boşluk ve hoşlukla kitabı bir günde yalayıp yuttum. Yanlış saymadıysam kitap 36 kısa hikayeden oluşuyor. Benim en sevdiklerim "Terasa Düşen Sevda" ve "Abant'a Kaçalım" oldu; bunların başlığına yıldız koymuşum zira. Alper Atalan'ın yazım dili o kadar güzel ve mekanlar, olaylar o kadar tanıdık ki girip hikayenin içinde yaşıyorsunuz adeta.

Kitapta bazı kelimeleri hayatımda ilk kez gördüm canlar. Misal, "hepsine tehir bir koşuşturmayla, dekovile, eski arkadaşın nakısı, kesek, ıskat, beheri nasihat, ayniyle vakiye, kalubeladan arkadaşı, tem yumak olmuşken, mutat, şev, kondöttör, dairezen, sandukkar, nevrekan, ruyet, hail, tapi, mostralık bir kütüphane, kokina, erbain, diskuru, kasavet, oküler, istadet etmek". Bu kelimeleri herhangi bir t anında cümle içine alır mıyım bilmiyorum. Anlamlarını merak ediyorsanız Google Amca ve TDK hizmetinizde!

Kitapta her ne kadar yazarın İstanbul doğumlu olduğu bilgisi paylaşılmış olsa da hikayeler yazarın dibine kadar bir Egeli olduğuna ikna ediyor sizi, gerçek midir bilinmez. Bkz. sayfa 60'ın ilk satırında "çekirdek de vardı ya" ile anlatıma giren nesne, onuncu satırda "votka çiğdem kokan nefesine" olarak değişiveriyor birden.

Birkaç da imla hatası var kelimelerin yazılışına dair ama onları görmezden geliyorum bu seferlik.

En iyisi ben daha fazla anlatmayayım buradan, siz gidin alın hemen kitabı.

21 Ağustos 2014 Perşembe

Yerçekimi


Şimdi ben Hakan Hoca'ya "Gözlemci bakış açısı ile tanrı bakış açısı arasındaki farkı hatırlayamıyorum." desem o da bana "Kırk satır mı yoksa kırk katır mı?" önerisinde bulunur herhalde... Oturdum internette araştırdım ama bu kitabın anlatımında hangi bakış açısının kullanıldığına karar veremedim. Ama romandaki ana karakter "Kadın"dan hep üçüncü tekil şahıs yani "o" olarak bahsedilmesi tanrısal bakış açısına daha fazla ihtimal vermeme neden oluyor; Tanrı her şeyi görürdü değil mi? Buradaki anlatıcı da her şeyden haberdar maşallah!

Kitabı 4 Ağustos'ta, yıllık izne çıkmadan hemen önce, yangından mal kaçırır gibi almışım Korupark D&R'dan. Kitabı yıllık izin dönüşünde, 17 Ağustos'ta Bursa'da okumaya başladım. Bütün gün çamaşır işleriyle haşır neşir olmuş bedenime bir nebze iyi geldi doğrusu. Bu sabah da (21 Ağustos 2014) serviste son dört sayfayı okudum. Bu aralar obsesif gibi "Türk Roman - Öykü" kategorisinde takılıyorum. Kendi yazarlarından haberdar olmayan insan "Ben okurum." demesin bence.

Fatih Balkış'ın 2010'da Aya Kitap'tan yayınlanan ilk romanı Yerçekimi'ni, 2014'te Can Sanat Yayınları yayınlamış efendim. Kitap yeni değil aslında. Hatta kendisinin 2013 yılında yayınlanan Fars isimli ikinci bir romanı daha varmış. Bu ne demek oluyor güzellikler; ikinci kitabı da arayıp bulmak farz oldu! Zaten az çilem vardı, hal böyle olunca bir miktar daha iş yaratmış oldum kendime.

Bu kitabı benden alın, kitapta altını çizdiğim kitapları okuyun, filmleri ve tiyatro oyunlarını izleyin, müzikleri dinleyin, yabancı kelimeleri öğrenin tamam işte ondan sonra sağda solda bir sürü caka satarsınız "Ben biliyom işte, ben biliyom, pııırt!" diye. Neden? Çünkü çağımız bilgi çağı (!), her şey Google Amca sayesinde bir tık ötemizde. Sıkıştırılmış bilginin kölesiyiz hepimiz.

Kitapta kendisinden "Kadın" olarak bahsedilen ana karakterin 166. sayfada Handan olduğunu öğrendim ve "Tanıştığımıza memnun oldum Handan!" dedim! Neyse ki ismi son sayfaya bırakmamış Fatih Bey.

Eşinden ayrılmış ve 6 yaşında Güneş isimli bir erkek çocuk annesi olan Handan, İngilizce ve Almanca'dan kitap çevirileri yaparak geçinmektedir. İlk eşinde yaşadığı ilgisizlik ve hayal kırıklıklarından sonra mutluluğu ve umudu, Yunan Adaları'na yaptığı gemi yolculuğunda tanıştığı Cem'de bulur.

Özetle, romanın sonunda mutlu son var, olleeeyy!

Biraz umuda, biraz cesarete ve biraz da her şeyi bırakıp gitmeye niyetiniz varsa, kitabı hemen alıp okuyun gencolar.

Sevgileeeer.

17 Ağustos 2014 Pazar

Şehrazat


Yine D&R'ın ara sokaklarında, pardon kenar köşesindeki raflarının arasında geziyorum bir gün -ki o gün 4 Haziran 2014 olur, kitabın ilk sayfasına bak, yazmışımdır mutlaka-, işte orada fark ediverdim Şehrazat'ı. Afili cümle kurma konusunda başarılıyım bence, isteyince ne de güzel abartıyor değil mi insan? Mesela ben aslında bu kitabı nasıl satın aldığımı hatırlamıyorum bile, öylesine, uydurmasyon bir girizgah yapmak istedim. Tarih ve mekan doğruydu sadece.

Ama kitabı nasıl okuduğumu çok iyi hatırlıyorum canlar. 13 Ağustos'ta Selimiye'de 36 Santigrat derece sıcaklığın altında, Erdal Kaptan'la palavranın ve kahkahanın dibine vurduğumuz Nina Hanım isimli teknede okumaya başladım kitabı. Hava o kadar sıcaktı ki teknenin dışında durabilmek mümkün değildi. Hepimiz şıpır şıpır damlarken terden, sonunda çareyi kabinlere inmekte bulduk. Sağolsun kaptan-ı deryamız jeneratörünü çalıştırdı, -çok bonkör insandır kendisi- sayesinde serin serin, klimalı klimalı yattık kabinlerde. Tabii ki de benim canım sıkıldı orada yat yat, ben de çantadan elime gelen ilk kitabı çıkardım ve okumaya başladım.

Kitabın ilk elli sayfasını ortamın da rahat, sessiz, sakin olması nedeniyle hemen okudum. Ama sonra seyir başladı, dışarısı esmeye yani serinlemeye başladı ve haliyle kabinden dışarı çıktım. Dışarıda deniz, ağaç, keçi, yelkenli, dalgaların sesi, köpükler filan gibi dikkat dağıtıcıların olması kitabı bir kenara bırakmama neden oldu. Her türlü dış mihrağa direndim ve kitabı 15 Ağustos'ta Yunanistan'ın Symi Adası'nın Pedi Koyu'nda bitirdim. Benim matematiğime göre iki günde bitti. Performans kriterlerime göre biliyorsunuz ki bu, İletişim Yayınları'ndan çıkan Ömer Ayhan'ın Şehrazat"iyi kitap, hemencecik bitiveriyor, kitabı gidin hemen satın alın" demek.

Kitapta bol bol eski zaman kelimeleri kullanılmış. Mesela; tenkisat, hissikablelvuku, alicenap, hakkıali. Ayrıca üstü kapalı bir şekilde Gezi Parkı olaylarına da değinilmiş sanki. Bkz. 134. sayfa ikinci paragrafta "Yaşa be komutan, sen çok yaşa. Kahrolsun Toma'lar"  gibi bir cümle var. 118. sayfanın yedinci satırında da "Burası kivi cumhuriyeti" yazıyor.

Altını çizdiğim yerlerden birinde "Bizim en büyük açmazımız nedir bilir misiniz, biz geleceği okuyamayan bir milletiz. Kafaları her türlü üçkağıda çalışan mebuslarımız var, kendini cidden sokaktaki insandan farklı zanneden ruhen ortalama bir sürü mahalli sanatçımız var, ama kahinlerimiz yok." yazıyor. Özellikle de günümüzde, bu cümlenin doğruluğunu tartışmak ne kadar yersiz olur değil mi?

Kitapta "kendimden bir şeyler buldum" dediğim bir yer var; 38. sayfanın yedinci satırında "Birini sevmekle başlamıyor muydu, ilk kim söylemişse bin yaşasın." yazıyor. "Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey" der Zülfü Livaneli. Bu da Dostoyevski'nin Budala adlı eserindeki baş karakter prens tarafından söylenmiş "beauty is a curse in the world"den alıntılanmış bir sözmüş meğer, yazarken öğrendim. Bakın işte okumak yazmak ne kaddaaaar da faydalı efendiler!

Okuyun, adam olun! Babanız gibi eşşek olmayın, ya da babanız her neyse ondan olmayın işte! Çünkü "Başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin anasının kuzusu".


Bitirgen


Nasıl oldu da satın aldım Pala Hayriye'yi hatırlamıyorum. Kitabı da ablama bıraktığım için açıp bakamıyorum. Aldığım her kitabın başına satın aldığım tarihi ve yeri yazmak gibi bir alışkanlığım var. Bir de kitabı okumaya başladığım tarihi ve yeri, okumayı bitirdiğim tarihi ve yeri de yazıyorum. Kendime göre kitabın performansını takip ediyorum işte, manyaklık değil mi, serde mühendislik var ne de olsa! Eğer kitabı iki günde bitirmişsem "Ooo, çok akıcı, sürükleyici bir kitap" diyorum, aylarca elimde süründü gittiyse "Son pişmanlık neye yarar, olmadı yar, benden bu kadar" deyip gönderiyorum "kütüphaneye bağışlanacak kitaplar" arasına.

Pala Hayriye'yle öğrendim Figen Şakacı'nın varlığını. Şimdi hatırladım; Twitter'da Devin Özgür Çınar paylaşmıştı kitabı ve bir takipçisine "İlk kitabı Bitirgen'i de mutlaka okumalısınız." yazmıştı. Bunu gören gözlerim ellerimi tetikledi ve hemen "Bitirgen" yazdım akıl defterime. Evet, beynimin üç gram olduğundan daha önce bahsetmiştik, hafızam da çok hafif maşallah. O nedenle yapılacak işlerimi deftere yazıyorum, sahibinden akıllı telefonum bile yönetemiyor beni zira. Eski usül yaşamaya devam. Malum yapılacak iş -yani satın alınacak kitap- olarak yazdık kendisini deftere, zaten haftada iki-üç kez kitapçı ziyaretimiz de var, açık maddeyi kapatayım diye aramaya başladım kitabı ama bulmak ne mümkün. Her yerde "Elimizde yok ama sipariş veririz, on beş güne gelir." cevabıyla karşılaştım. On beş günler geçti, kitapçılardan haber yok. Velhasıl iki hafta önce D&R'ın "Yeni Çıkanlar(!)" rafında yan yana dizilmiş on adet Bitirgen'e rastlayınca kaptım hemen birini. Yayınevi değişikliği olmuş ve kitabın yeni baskısını İletişim Yayınları yapmış efendim. İyi de olmuş.

Aradığım bir kitabı elde etmenin coşkusuyla okunacakların önüne geçirdim Bitirgen'i ve okumaya başladım bu uzun hikayeyi. Tatilin ilk günlerinde de kitabı hemencecik bitirdim. Figen Şakacı'nın üçleme halinde yazacağı kitapların ilkiymiş meğer Bitirgen. Ben ikinciyle başlayınca okumaya bağlamak biraz zor oldu tabii. Bir ablası, bir de ağabeyi olan evin küçük kızının hikayesi bitirgen. Babasına duyduğu aşkı anlatan bir küçük kız... Hikayenin sonunda maalesef baba hasta oluyor ve ölüyor, bu da bu yazımızın spoiler'ı olsun.

Kitabı okumaya 28 Temmuz'da Kuşadası'nda başlayıp, okumayı 10 Ağustos'ta Datça Domuz Çukuru'nda bitirdim.Tatil esnasında bile okuyabildiğime göre -tatilde daha hızlı okuman lazım diye düşünmeyin, bu tatil öyle böyle bir şey değildi- kitabın performansını siz hesaplayın artık. Bu yüzden Bitirgen'i "her kadının mutlaka okuması gereken" kategorisine alıyoruz ve en kısa zamanda satın alıp okuyoruz canlarım. Sonra da serinin üçüncü kitabını merakla beklemeye başlıyoruz.

Öptüm baaaay!




6 Ağustos 2014 Çarşamba

Peri Gazozu


Okuyoruz efendiiiiğm, Temmuz ayı başladığından beri elimize geçeni, önümüze geleni okuyoruz. O kadar satın alıyoruz madem, arada bir okuyalım da yenilerini almaya yüzümüz olsun. Pazartesi günü kocam işyerinde mesai olayını biraz abartınca ben de kendimi Korupark'a attım ve D&R'da takıldım biraz. D&R'ın layout'unu değiştirdiklerinden beri her gidişimde çalışanlara saydırıyorum, "Yine bulamadım aradığım kitabı!" diye. Durduk yere insanın düzenini niye bozarlar onu da anlamış değilim, önceden elimle koymuş gibi bulurdum aradığımı. Evet, yaşlanıyorum, değişime direnç göstermeye başladım. Zaten üç gram aklım var, onu da "Hangi rafta kim vardı, ne vardı? Soyadına göre mi sıraladınız bunları?" diye düşünerek ziyan mı edeyim yani?

Böyle amaçsızca dolanırken Ercan Kesal'ın 2013 yılında İletişim Yayınları'ndan çıkan Peri Gazozu isimli kitabını gördüm. Çıktığı dönemde çok satan olmuştu diye hatırlıyorum ya da bir şekilde gözüme çarpmış; malum haftada iki-üç kez kitapçı ziyaretimiz var, benim motivasyonum da bu cancağzım! Evet, şimdi okudun madem bunu, bana tez vakitte bir kitap hediye etmek durumundasın! Şaka şaka, ben alıyorum zaten, don't worry. "Okumak iptiladır." diye boşuna dememiş adamlar.

Kitabı anlatacaktım değil mi? Bak yine bol keseden harcadım kelimeleri klavyenin başına geçince. Tamam tamam sustum! Sen sus hiçbir şey söyleme, sen sus da gözlerin konuşsun -evet, Erdem'le takıla takıla (malum kendisi kocam olur) ben de serbest çağrışım moduna geçtim, körle yatan şaşı kalkar diye boşuna dememişler-.

Okuduğum son üç kitapta da (üçten bire doğru: Peri Gazozu, Sonun Geldi Sevgilim ve Eski Sevgililerinizden Kurbağa Yapılır)  Sezen Aksu -Özlem Kumrular'ın deyimiyle Sazan Aksu-'dan bahsediliyor. Son iki kitapta klarnetten bahsedilmiş. Bir de son yazımı "sevemediğğğm karagözlüm" diye bitirmiştim, Peri Gazozu'nda Şükran Ay bu şarkıyı söylüyor. Bunlar kitapta benim "kendimden bir şeyler buldum" dediklerim.

Kitabın bir de edebi gerçeklikleri var tabii... Öyküler çok güzel kurgulanmış, alakasız olaylar birbiriyle çok güzel bağlanmış ama son paragraflar olmasa daha iyiymiş; hep bir kıssadan hisse mesajı verilmeye çalışılmış gibi. "Anlatma, göster"in yerini, "Alın da burada verilmek istenen mesaj budur kara cahiller!" dercesine didaktik cümleler almış.

Öykü dilinin zamanıyla da ilgili bir problem var, kulağınızı tırmalıyor okurken. Bir cümlede -di'li geçmiş zaman kullanılırken bir sonraki cümlede son ekler -yor'a dönüşmeye başlıyor.

Gerçek hayattan kesitlerin yer aldığı, çok samimi bir kitap yazmış Ercan Kesal; kaybettiği babasına ithafen, içinde bolca onunla yaşadığı anları aktardığı. Bu nedenle "her erkeğin mutlaka okuması gereken" kategorisine alıyoruz kendisini hemen. Bu tespitleri de her yerde bulamazsın ayrıca sayın okur! Çünkü biz hızlı okuma yapmıyoruz, beğendiğimiz yerlerin altını çiziyoruz, okuduğumuzu anlıyoruz efendim.  

"Neee!" değil "Efendiiiiğm?".

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Sonun Geldi Sevgilim


Eviiiit sayın seyirciler, bir kitabı daha okumuş bulunmaktayım. "Okudun da ne anladın cicim?" diye sorarsanız "System Error: 404" mesajı alabilirsiniz, pek bir şey anlamadım açıkçası. Okusam da olurdu okumasam da. "Bu kitabı okuyunca hayatımda ne değişti? Bu kitaptan ne öğrendim?" diye düşünecek olursam -şöyle hızlıca bir kitaba göz atayım, bakayım bir yerlere not almış mıyım-, yok anacım, bir şey öğrenememişim. Ama emin olun kabahat benimdir, yoksa Tuna Kiremitçi önyargımla bir alakası filan yoktur kuvvetle muhtemel (!).

"TUNA KİREMİTÇİ'DEN ŞOK EDİCİ BİR ROMAN!" şeklinde büyük puntolarla reklamı yapılınca bir gaflet anında gerçekten şoka gireceğime inanıp kitabı satın almış bulundum, ama hiçbir şeye giremedim açıkçası. Hatta daha ben konuya giremeden kitap bitti. O yüzden oturup uzun uzadıya anlatacak anılarım yok bu kitaba dair. Konudan konuya, mekandan mekana zıplanmış -zaman ve mekan sıçraması yapacağım derken okurun aklı sıçratılmış-, roman olmuş sana çorba. Zaten bu sıcakta okunan kitaptan da ne hayır gelirdi onu da bilmiyorum. Uykumun öncesinde üç beş satır yazmak istedim sadece. Yeni ve lezzetli bir kitaba -o da nasıl bir şeyse artık, saman tadında filan herhalde- başlamak istiyorum en acilinden.

Hal böyleyken kitapla ilgili belki de daha önce hiçbirinizin fark etmediği birkaç tespitim var canlarım.

Hazır olun, bu kitabın sponsorlarını veriyorum: Nike, Zara ve Akmerkez! Bkz. sayfa 88 ve sayfa 208. Adam her şeyi, herkesi üstü kapalı anlatırken marka adı vermekten hiç çekinmemiş, bol keseden üfürmüş hatta, yersen. Aman dikkat kuzularım, sübliminali yedirmeyiz!

...and the second Oscar goes to Anton Çehov! İyi ki demiş "Birinci sahnede duvarda silah varsa ilerleyen sahnelerin birinde mutlaka patlar." diye. Bu cümle evrilmiş, çevrilmiş, mütemadiyen okura zerk edilmiş. Neyse ki orijinaline sadık kalınmış ve silah sonuna doğru ucundan da olsa patlatılmış -spoiler'ın da kralını veririm bebişim-.

Koskoca -234 sayfalık- kitapta, sadece iki bölümün altını çizmişim, bunlar da orijinal cümleler midir yoksa gizli montaj (!) mıdır bilinmez artık.

..."Peter Pan olmak, insanın kendi seçebileceği bir durum değil bence. Olmayan bir ülkenin pasaportuyla büyüklerin dünyasında vize almaya çalışmak, ancak delilerin kalkışabileceği bir iş. Bir bakıma bugünkü Küba gibi bir yer çünkü Peter Pan'ın ülkesi; herkesin unutmamızı beklediği bir mutluluk hayaline sadık kalmanın bedelini her gün ödediğimiz tuhaf bir açık hava müzesi. Asıl meyvesini artık sadece turistlere saklayan, hüzünlü bir cennet."...

 ..."Bir çocuğun babasını ağlarken görmesi önemlidir. Devlerin ve kahramanların gözyaşı çok şey öğretir insana"...

Ortaokuldayken bayılırdım Kumdan Kaleler dinlemeye, hatta o şarkıları Tuna Kiremitçi'nin söylediğini öğrendiğimde şoke olmuştum. Keşke hep öyle kalsaydı hatrımda. Sonra bir İclal Aydın konusu çıktı, "Ne allakkası var yaaa?" moduna geçtim. Sonra toparladı gibi oldu durumu. Benim de boşluğuma geldi, alıverdim kitabı ama yok anacım yok, sevemediiiiğğğğm karagözlüm... Bol vaktiniz varsa alın, okuyun.



3 Ağustos 2014 Pazar

Eski Sevgililerinizden Kurbağa Yapılır


Temmuz ayında kendimi kitap okumaya adamış olmam sebebiyle karşıma çıkan her kitabı satın aldım. "Aman da ben çok satan okuyamam canım" havalarında olduğum için (bu aralar çok satanların hepsinde Allah var, mazallah çarpılırım filan), kimsenin elini sürmediği kitaplar bana kalıyor genelde. Hatta bir ara Erdem ve Sertaç (biri kocam diğeri birlikte bot bağladığım devrem) "İlla gidip en kuytu köşedeki kitabı bulacaksın, bize hava mı atıyorsun çikooo?" cümleleriyle yüklenmeye başlamışlardı. Alakası yok canlarım, ne bulursam okuyorum ama genel olarak okumaktan ziyade kitap almayı seviyorum, o su götürmez bir gerçek (o da ne demekse artık).

Geçen gün dünyanın en komik olayına şahit oldum blogger aleminde. Fantastik kitaplar okuyan genç kızımızın biri, okuduğu kitaplar hakkındaki yorumları için videolar yayınlamaya başlamış. Düşünün artık, okumaya ne kadar isteksiz olduğumuzu! Biz millet olarak izlemeye yetenekliyiz anacım, yok yani, Kindle bile iş yapmadı canım Türkiyem'de!

Bu beşinci blog girişimim. Şu anda bu blogla birlikte yaşayan üç bloğum var. Diğer ikisinin katili benim, tamam teslim oluyorum suçlusu da benim (içime Fettah Can kaçtı, hemen çıkarıyorum). Bak mundar ettik hatunun kitabını iki dakikada. Böyle işte tüketim dünyası, tükettim ve bitti. Oturup bir de yorum yazacakmışım, peeeh! Siz okuduğuma şükredin! Bir havalar, bir havalaaaar... N'oldu bana yahu, tatilsizlikten beynimi yaktım sanırım, elimizde en son o kaldı çünkü, benzin bitti.

Gelelim birinci baskısı Haziran 2014'te Yitik Ülke Yayınları'ndan çıkan Özlem Kumrular'ın Eski Sevgililerinizden Kurbağa Yapılır isimli kitabına... Hatun kişinin http://ozlemkumrular.blogspot.com.tr/ adresindeki blog yazılarından derlenmiş bir kitap olur efendim kendisi tam olarak. Prensip olarak daha önce bir yerlerde yayınladığı yazılarını kitap haline getiren ve nakde dönüştürmeyi hedefleyen yazarlara karşıyız efendim, (bkz. Yılmaz Özdil, Elif Şafak, Perihan Mağden, Ece Temelkuran, ve diğerleri) yemezleeer! Amma velakin bu kitabın gelirinin Soma'ya bağışlanacağı söylenmiş. O nedenle istisnalar kaideyi bozmaz, kurunun yanında yaş da yanmaz diyor ve okuyoruz ciğerim.

Kitapta direkt bir editör ismi göremedim ama "Düzeltici" başlığı altında bazı arkadaşlarımızın ismi var. Sevgili Genel Yayın Yönetmeni Kadir Aydemir'e seslenmek istiyorum (serbest kürsü ya burası!), abicim direkt kopyala-yapıştır yapmasaydınız keşke cümleleri blogtan. 86. sayfada aynı paragraf iki kez yazılmış. 101. sayfanın son cümlesinde iki kez "yine" kelimesi kullanılmış. 155. sayfanın son paragrafının ikinci satırındaki cümlede iki kez "bana" kelimesi kullanılmış. Dandik bir blog yazısında bile bir sürü hata bulunan benim, kitap editlemek haddime değil tabii ki de ama ben bile fark ettiysem düşünün artık... Böylesine hayran olunacak bir kariyere sahip, bilmem kaç tane dil bilen bir yazarın adının daha kaliteli işlerle anılması lazım sanki. Ama sonuç olarak niyet çok iyi, biraz aceleye gelmiş sadece o kadar. Okuyalım, okutalım efendim.

Dipnot: Özlem Kumrular, Bahçeşehir Üniversitesi akademisyenlerinden. 40 yaşında, bekar ve yayınlanmış 19 kitabı var. Olmayan bazı organlarını sırt çantasında taşıyor yani.